Diyarbakır’da gözaltına alınan Kürt gazeteciler halen gözaltında tutuluyor. Gözaltına alınan gazeteciler için kamuoyunda yeterli ses çıkmadı. MLSA’dan Sibel Yükler, 2011 yılında 'KCK Basın' yargılamalarında cezaevine gönderilen Kürt gazeteciler için Mehmet Ali Birand’ın yazdığı, “kimseler oralı değildi' özeleştirisini hatırlatıp, 11 yıl sonra aynı şeylerin tekrar yaşanmasının nedenlerini Mezopotamya Haber Ajansı editörleri Sedat Yılmaz ve Abdurrahman Gök MLSA’ya soruyor.
MLSA’da yer alan haberin tamamı şöyle:
“KCK tutuklamaları çerçevesinde 35 gazeteci içeri alındı. Bu meslektaşların büyük bölümü DİHA ve Özgür Gündem gibi yayın organlarında çalışıyorlardı. Yayınladıkları mektupla haykırışlarını seslendirdiler. Ancak kimseler oralı değil. Bu gazetecilerden hiçbiri terör faaliyetine katılmış değil. Bu gazetecilerden hiçbiri silah taşımamış, tetik çekmemiş, insan öldürmemiş. Bu gazeteciler, fikirlerini yansıtmışlar. Evet, Kürt sorununda taraf olmuşlar. Evet, bizim paylaşmadığımız görüşleri yansıtmışlar.”
Bu sözler, 2011 yılında ‘KCK Basın’ yargılamalarında cezaevine gönderilen Kürt gazetecileri köşesine taşıyan usta gazeteci Mehmet Ali Birand’a ait… Birand, gazetecilerin suçlamaları için, “Deliller yazılmış haberler, haber fotoğrafları, haber izlemek için yapılan seyahatlerden oluşuyor” diyordu.
Ve aradan tam 11 yıl geçiyor, tarihler 2022’yi gösteriyor. Kürt basınından tam 21 gazeteci bir sabah düzenlenen operasyonla gözaltına alınıyor. Bu kez Kürt gazeteci Abdurrahman Gök, Mehmet Ali Birand’ı anıyor: “2000’li yıllarda Mehmet Ali Birand, Kürt gazetecilere karşı sessiz kaldıkları için bir öz eleştiri yazısı kaleme almıştı. Bugün de sessiz kalıyorlar.”
Üç gün önce Diyarbakır’da düzenlenen operasyonla büyük bölümü Mezopotamya Haber Ajansı (MA) ve JinNews’ten olmak üzere 21 gazeteci gözaltına alındı. Dosyadaki kısıtlılık kararından ötürü soruşturmaya dair henüz net bir bilgi öğrenilmiş değil. Tek bilinen, sabaha karşı yapılan operasyonun haberini 08:00 sularından itibaren servis eden Anadolu Ajansı (AA) ve İhlas Haber Ajansı (İHA) kaynaklı bazı bilgiler. Bu haberler ile gazeteciler hedef gösterilmeye devam ederken, avukatların erişemediği soruşturmaya dair bilgilerin AA ve İHA’ya nasıl servis edildiği ise merak konusu.
Başka bir merak konusu ise 21 gazetecinin gözaltına alınmasının kamuoyu, basın camiası ve basın örgütleri nezdinde pek fazla haber değeri görmemesi. Daha doğru ifadeyle söylemek gerekirse; görmezden gelinmesi. Oysa o kadar gazetecinin gözaltına alındığı bu operasyon basın ve ifade özgürlüğüne yapılan büyük bir darbe olarak görülmeliydi. Başka bir gerçek daha vardı. Ne zaman basın özgürlüğüne büyük bir darbe yapılsa, bu aynı oranda büyük bir facianın da habercisi demekti. Birand’ın andığı KCK Basın davası dönemine bakalım. 20 Aralık 2011 yılında Kürt siyasetçiler ve Kürt gazeteciler büyük bir operasyonla gözaltına alındıktan sadece 8 gün sonra, 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski bombalandı. Çoğunluğu çocuk olmak üzere 34 Kürt, Roboski katliamında öldürüldü.
Bugün onlarca gazetecinin gözaltına alınması bunca tarihsel gerçeğe rağmen hâlâ kamuoyunda yeterli bir sesin çıkarılmasına sebep olmuyor. Çalışma arkadaşları gözaltına alınan Mezopotamya Haber Ajansı editörlerinden Sedat Yılmaz, ertesi gün attığı tweette bu yönde sitem etmişti: “Beğenirsiniz beğenmezsiniz dün 20 Kürt gazeteci gözaltına alındı. Yeni Yaşam’ın manşeti, Evrensel’in sürmanşeti bir de Birgün’ün hatırı sayılır bir satırlık haberi dışında gören tek bir mecra olmadı.”
SEDAT YILMAZ: BİZ SAVAŞIN, ŞİDDETİN HAKİM OLDUĞU COĞRAFYADA HABER YAPIYORUZ
Sedat Yılmaz
Sedat haklıydı, başka bir yerde olsaydı o kadar gazetecinin gözaltına alınmasının ardından kamuoyunun ve basın camiasının ayağa kalkması gerekirdi. Ama Birand’ın dediği gibi, “kimseler oralı değildi.” Neden böyle olduğunu, bir dönem benim de çalışma arkadaşlarımdan olan, Mezopotamya Haber Ajansı editörleri Sedat Yılmaz ve Abdurrahman Gök ile konuşmak istedim. Onların sözlerini, “dedi”, “söyledi” diye kesmeden, olduğu gibi vermek istedim. “Bir gazeteci çalıştığı kurumdan değil, yaptığı haberden sorumludur” diyor Sedat Yılmaz da. Kürt basının dilini, haberlerini “beğenmeyenler” için hangi koşullarda çalıştıklarını hatırlatıyor:
“Belki bizim dilimiz bir parça hoşunuza gitmeyebilir, duygularınıza, dünya görüşünüze ters olabilir. Haberlerimizde politik görüşlerimizi yansıtan ifadelerimiz olabilir. Ama şu var, biz savaş coğrafyasında haber yapıyoruz. Şiddet ve baskının hakim olduğu, yaygın ve sistematik olarak sürdürüldüğü bir coğrafyada haber yapıyoruz. İnsanların kaçırıldığı, enselerine tek kurşun sıkıldığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Bu ortamda sağduyuyu çok geniş tutamayabilirsiniz. Ben de isterdim başka haberlerden bahsetmeyi ama savaş bitmeden yapamıyorum ki.”
“Dağı taşı, suyu, köyleri, yaylası yasaklı olan bir coğrafyada haber yapmaktan bahsediyoruz. Bizim gazeteciliğimize kendi konforlarını bozmayan, değiştirmeyenlerin rahatlıkla söyleyeceği laflar bunlar. Ama yanımıza gelen arkadaşlarımız oldu. Haber Nöbeti’ne gelen arkadaşlarımız günde birkaç saat bizim arkadaşlarımızla çıkıp haber yaptıklarında nasıl bir yere geldiklerini, nasıl bir dünyada olduklarını gördüler. Biz bunu 7/24 yaşıyoruz.”
KONULARIMIZ FARKLI OLABİLİR AMA SİZİN YAPTIĞINIZ KADAR HABERCİLİK YAPIYORUZ’
“Aynı yasalarla, aynı hukuk düzeniyle, aynı uygulamalarla yaşamıyoruz, yönetilmiyoruz” diyor Yılmaz. Diyarbakır’da, Van’da, Hakkari’de polislerin silahlarını göstere göstere gezdiğini, hangi gerçekleri haber yaptıklarını anlatıyor: “Bu bir mesajdır. Devlet kendi sopasını göstere göstere beliriyor. Bunu yazıyoruz işte. Elbette konularımız, dertlerimiz, bakış açılarımız farklı olacak. Çünkü aynı şeyleri yaşamıyoruz, bunu anlamaları lazım. Önyargısını bir kenara bırakıp kendi gözüyle görmesi lazım. Ama konforunu bozmak istemiyor.”
“Biz gazeteciliğimizi tartışırız, gazeteciler bizim gazeteciliğimizi tartışabilir, tartışmalılar da. Meslektaşlarımız bizi eleştirebilir, hatalarımızı paylaşıp söyleyebilir. Ama Kürtlere karşı, ‘Acaba bunlar doğru mu söylüyor, bunlar gazetecilik mi yapıyor?’ deniyor. Sizin yaptığınız kadar yapıyoruz biz de. Biz de halkımızın yaşadıklarını görünür kılıyor, ifade ediyoruz. Yaptığımız işi ‘terörize’ gösterenlere söylemek istiyorum. Bu ülkenin bütün sorunlarının kaynağında Kürt sorunu var. Anti-demokratik gidişatın, yasakçı, baskıcı düzenin tamamı önce Kürtler için getiriliyor. Bize olmayan bir basın özgürlüğü size de yaramayacak, bu sorun çözülmedikçe gerçek bir basın özgürlüğü olmayacak.”
ABDURRAHMAN GÖK: BASIN, 90’LI YILLARDAKİ POZİSYONUNA DÖNDÜ
Abdurrahman Gök
Bu sessizlik aslında ilk kez yaşanmıyor. Nedeni, Sedat Yılmaz’ın da dediği gibi: Kürt basının haberlerine hep çekinceyle yaklaşılıyor. Oysa Kürt basını var olmasaydı, 90’lı yıllara yaşanan katliamlar, köy boşaltmalar, insanlık dışı işkenceler, Pozantı Cezaevi’ndeki çocuklar, daha yakın tarihe gidersek sokağa çıkma yasaklarında yaşananlar, kayyumların yolsuzlukları, Servet Turgut ve Osman Şiban’a yapılanlar, İpek Er’e yaşatılanlar ya da Musa Orhan’ın yaptıklarından haberimiz olamayacaktı. Daha başka bir örnekle, şayet o gün o fotoğrafları çeken gazeteci Abdurrahman Gök ve o bıçağın peşine düşen aynı ajanstan Nuri Akman olmasaydı, valiliğin ve emniyetin geçtiği bilgi tamamen doğru kabul edilecek ve Kemal Kurkut bugün canlı bomba olarak anılacaktı. İşte bu noktada sözü Mezopotamya Haber Ajansı’nın editörlerinden Abdurrahman Gök’e bırakıyorum:
Kendisine muhalif diyen, gazetecilerin haklarını savunduklarını öne süren cemiyetler, dernekler, köşe yazarları, geçmişten beri söz konusu baskıya uğrayan, tutuklanan Kürt gazeteciler olduğunda basının simgeleşen ‘üç maymunu’nu oynuyorlar. 90’lı yıllarda faili meçhullerin yoğun olarak yaşandığı dönemde bizim öncülerimiz bir nebze olsun buna anlam verebiliyorlardı. Çünkü o dönem Kürt gazetecilerle dayanışmak ateşten gömlek giymek demekti. Ama merkez medya 2000’lerle birlikte bunun öz eleştirisini vermeye başladı. Kürt basınının 90’lı yıllarda manşetlerine çektiği, anlattığı pek çok gerçeği 2000’li yıllardan itibaren gazetelerinin manşetlerine taşıdılar. Bu coğrafyada Kürtlerin neler yaşadığını, insanların nasıl enselerinden vurulduğunu, boşaltılan, yakılan köyleri tek tek yazmaya başladılar. O dönem kısmen rahat dönemdi belki de.”
‘HABER NÖBETİNDE BURAYA GELEN GAZETECİLER, NE ŞARTLARDA ÇALIŞTIĞIMIZI HATIRLASINLAR’
Türkiye medyası dün öz eleştirisini verdi, peki ya bugün? Gök’ün bugüne gelindiğinde basının geneline yönelik eleştirisi çok net:
“Bugün itibariyle 90’lı yıllarda aldıkları pozisyona döndüler. 21 Kürt gazeteci gözaltına alınıyor ve bu 21 gazetecinin gözaltına alınmasına ilişkin kendilerine muhalif diyen gazetelerde, yayın organlarında, televizyonlarda tek bir satır, tek bir saniyelik haber bile yok. Biraz önce bir yayın izledim. Bardak kıran haber sunucusu, Kıbrıs’ta 2 ay 20 gün hapis cezası alan gazetecinin haberini yaptı, basın özgürlüğünden dem vurdu ama senin yanı başında daha dün kapıları kırılarak evlerine girilen, çocukları uykularından edilen 21 gazeteci var, gözaltında tek kişilik hücrelerde tutuluyorlar. Siz bunların gazetecilik yaptığına inanmıyorsunuz, bari emniyet müdürlüğünün geçtiği haberi verin. Emniyet müdürlüğünün açıklamasında, bu kişilerin gazetecilik yaptığı gerçeği söyleniyor zaten. Niçin yer vermiyorsun?”
“Kemal Kurkut’un öldürülme anını ben fotoğrafladım ama benim gibi birçok gazeteci vardı orada, devamını getirdik. Bizim dışımızda merkez medyanın mensupları da vardı. Birçok ajansın ve televizyonun muhabirleri de vardı. Belki o anı fotoğraflarıyla aktarmamış olabilirler ama o anlara tanıklık ettiler. Gazeteci tanık olduğu olayı birinci elden ne gördüyse öyle aktarır. Ben fotoğrafları yayınladıktan sonra da bu medyanın büyük bir çoğunluğu kör ve sağırı oynadı.”
‘GAZETECİLER KORKUYA TESLİM OLURSA TOPLUMUN TAMAMI KORKUYA GÖMÜLÜR’
Abdurrahman Gök, 2015-2016 yılları arasındaki sokağa çıkma yasaklarında Kürt gazetecilerle dayanışmaya gelen Batıdaki gazetecileri anıyor ve “Tekrar o günleri hatırlasınlar” diyor:
“Buradaki gazetecilerin ne şartlarda, hangi koşullarda çalıştığına tanıklık ettiler. Tekrar o günleri hatırlasınlar. Yaptığımız haberler ajite de olabilir, ifadeleri hoşlarına da gitmeyebilir. Ama bir gazeteci, şayet gazeteciyse, o dilin içerisinden haberin özünü bulup çıkarabilir. Helikopterden atılan iki yurttaşı anlattığınızda, ‘Yere yaklaşmış da öyle atılmış’ diyerek haberi buna indirgediler. ‘Helikopterden atılsalardı paramparça olurlardı’ dediler, zaten Servet Turgut paramparça olmuştu, kemikleri parçalanmıştı. Osman Şiban hafızasını kaybetmişti, daha sonra yaşananları kendisi de anlattı. 5 metre yukarıdan atılmalarıyla 50 metre yukarıdayken atılmaları arasında nasıl fark olabilir? Geçtim, 5 metreden atılmaları işkence değil mi? Bunu böyle düşünmek devlet aklı değil mi? Kürde karşı yapılan suçta devlet yönünden aklamak değil mi?”
Gök, genel olarak bunca sessizliği Kürtlerle yan yana gelmenin yarattığı korku olarak açıklıyor ve dayanışmanın gücünü işaret ediyor: “Korku bir toplumda hakim kılınmışsa ve gazeteciler de buna teslim olmuşsa o toplumun tamamı karanlığa gömülür. Bunu karanlıktan kurtaracak olanlar kamu görevi yapan gazeteciler değil mi? Bu karanlıktan dayanışmayla çıkılabilir.”