SİYASET

Demirtaş: "PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakmasına on gün kalmıştı, ama Erdoğan izin vermedi"

Selahattin Demirtaş, “Türkiye toplumu şundan emin olsun ki, 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı'ndan sonra PKK’nin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakmasına sadece on gün kalmıştı. Ama Erdoğan buna izin vermedi” dedi.

Abone Ol

Selahattin Demirtaş, Kısa Dalga'dan Beril Eski'ye konuştu:

5 yıldır tutuklu olan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la cezaevindeki ilk yüz yüze röportajı gerçekleştirdik.

Kendisiyle 14 Ekim Cuma günü Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nin avukat görüşme odalarında buluştuk.

Demirtaş ve avukatı Ramazan Demir savunma üzerine bir görüşme yaptıktan sonra beni odaya davet ettiler. Pandemi önlemleri nedeniyle aramızda bir cam vardı.

Yine pandemi usülü, camın ardından yumruklarımızı tokuşturduk ve mikrofon aracılığıyla birbirimizle konuştuk.



İlk defa şahsen tanıştığım Demirtaş, neşeli ve moralli görünüyordu. Kendimi tanıttıktan sonra yazarlığı ve son romanı Efsun üzerine konuştuk. Demirtaş’ın özellikle Efsun’la ilgili son derece heyecanlı olduğunu, Efsun’a dair her yorumu ilgiyle ve merakla dinlediğini gözlemledim.

Kendisine iyi bakmaya çalıştığını, sabahları egzersiz yaptığını ve hatta 10 kilo verdiğini söyledi. Cezaevinde tutulduğu 5 yıl boyunca, hücre arkadaşı Abdullah Zeydan dışında hiçbir tutuklu veya hükümlüyü görmediğini, onlarla avukat görüşüne giderken dahi karşılaşamayacak şekilde tecrit edildiklerini belirtti.



Avukatlarından gelen sayfalarca belgeyi okumanın tecrübesiyle sorularımın olduğu kağıdı cama yaslamamı istedi.

Cezaevinde gözlerinin bozulduğunu, o yüzden artık gözlük kullandığını söyledi. Sorularımı tek tek okudu ve her birine sabırla, özenle ve içtenlikle cevap verdi.

Son 5 yıldır parmaklıklar ardında tutulan Demirtaş’la yüz yüze gerçekleştirilen bu röportajda, Demirtaş’ın cezaevindeki hayatından kişisel iç hesaplaşmalarına, edebiyat macerasından siyasi yorumlarına dek pek çok konuda değerlendirmelerini bulacaksınız.

"ASMAYALIM DA BESLEYELİM NOKTASINDAN ÇOK DA İYİ BESLEMELEYİME..."


Ciddi bir rahatsızlık geçirdiniz, hekiminiz kalp krizi geçirebileceğinizi söylemişti. Şimdi sağlınız nasıl?

Dışarıda zaten kronik hastalıklarım vardı, bunlar içeride biraz daha ilerledi. Cezaevi koşullarında tedavisi imkansız bazı hastalıklarım var maalesef. Özellikle mide ve yemek borusuyla ilgili olanlar burada daha da ilerledi. Yine de kendime iyi bakmaya çalışıyorum.

Sağlık hizmetlerine erişebiliyor musunuz?

Bana yönelik pozitif bir ayrım yapılmıyor ancak kısıtlı cezaevi revir ve doktor hizmetlerinden de ihtiyaç duyduğum zaman yararlanabiliyorum.

Diğer tutuklu ve hükümlülere kıyasla sağlığa erişiminiz farklı mı, yeterli mi?

Hapiste geçirdiğim beş yıllık süre zarfında hücre arkadaşım dışında hiçbir tutuklu veya hükümlü ile temasım olmadığı için iki kişilik bir cezaevinde, tecritte tutulduğumu söyleyebilirim. Bu nedenle, diğer tutuklu ve hükümlülerin nasıl bir sağlık hizmeti aldıklarına dair doğrudan bilgi sahibi değilim. Ama avukatlarımdan ve basından duyduğum kadarıyla onlar da yeterli sağlık hizmeti alamıyorlar.

Ne yiyor, ne içiyorsunuz?

Cezaevi yemekleri çok iyi değil, genelde kantinden haftalık aldığımız şeylerle yemek yapmaya çalışıyoruz. Yemek pişirmek için ocak yok. Her şeyi ketılda yapıyoruz. Çiğ sebze aldırabiliyoruz. Bol bol salata yapıp yemeğin yanında yiyoruz. Her gün yoğurt aldırıp ayran yapıyoruz. Peynir, zeytin gibi şeyleri kantinden kendimiz alıyoruz. Çünkü cezaevinin verdikleri hem çok kalitesiz hem de çok az. Ancak maalesef imkanı olmayan tutuklu ve hükümlüler, cezaevi yemekleriyle yetinmek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle uzun yıllar hapiste kalanların tamamı kronik hastalıklara yakalanıyorlar. Bu da bilinçli bir politikadır. “Asmayalım da besleyelim mi” noktasından “Besleyelim ama çok da iyi beslemeyelim ki yavaş yavaş ölsünler” politikasına geçmiş durumdayız.

Uykunuz nasıl?

Uyku düzenim fena değil. Gece 12.00-01.00 gibi uyuyorum. Sabah 07.30’da uyanıyoruz.

Zamanınızı nasıl geçiriyorsunuz?

Kahvaltıyı kendimiz hazırlayıp, biraz spor yapıyoruz. Sabah haberlerini izliyoruz. Sonra da kitap okuyup varsa yazılarımızı yazıyoruz. Öğle ve akşam yemeğini de pratik bir şekilde aradan çıkarıp, gece tartışma programlarına bakıyoruz biraz. Gün içerisinde avukat, aile veya telefon görüşü varsa onları yapıyoruz.

Kürtçe ve Zazaca çalışıyor musunuz?

Kürtçe kitaplar da okuyorum artık. Konuşmayı pratik olarak çok ilerletemesem de okuma ve yazmada ilerleme kat edebildim. Ancak Zazaca lehçesinde maalesef ki daha da geriledim. Çünkü Zazaca kaynak bulma veya konuşma imkanım yok burada.

"KEŞKE BULAŞMASAYDIM..."

İrfan Aktan son romanınız Efsun’un "Ataerkil sistem içindeki aileyi, evliliği sorgulamaya vesile olduğu, daha da ötesi Efsun aslında sıkı bir babalık muhasebesi olduğu" değerlendirmesinde bulundu. Siz de bir baba olarak hiç muhasebe yapıyor musunuz? Keşke siyasete bulaşmasaydım, sıradan biri olsaydım, ailemin çocuklarımın yanında olsaydım diyor musunuz?

Verdiğim röportajlarda, kitaplarımda yazdığım ve yoğunlaştığım konularla ilgili çok fazla detaya girmemeyi tercih ediyorum. Çünkü zaten detaya girmek için yazdım bu kitapları. Ve elbette okur kitaplarımdan ne anlamışsa anlatabildiğim de odur. Toplumsal, siyasi, ekonomik, ailevi veya bireysel birçok konuyu kitaplarımda anlatmaya, işlemeye gayret ettim. Ama ne kadar anlatabildiğime ben değil okurlar karar verecek.

“Siyasete bulaşmasaydım keşke” dediğim zamanlar oldu elbette. Ama bunu hapisteyken hiç düşünmedim. Hapisten önce düşündüğüm zamanlarda. “Keşke bulaşmasaydım” dediğim şey de demokrasi ve özgürlük mücadelesi değil, milletvekilliği ve eş genel başkanlıktır.

Yoksa ben bir mücadele insanıyım ve bundan asla pişman değilim. Sanırım temsili siyaset beni pek sarmadı. Ben koltuk, makam insanı değilim galiba. Bunlar beni sınırlayan ve daraltan şeylermiş gibi hissediyorum. Siyasi mücadeleyi daha özgürce ve kendi bildiğim, inandığım şekilde yürütmeyi tercih ediyorum. Oysa partiler her zaman sınırlayıcı ve denetleyicidir. Bu nedenle edebiyat bana daha fazla özgürlük hissi veriyor ve kendimi orada daha mutlu hissediyorum.

Asla sıradan biri olmayı düşünmedim. Suya sabuna dokunmayan biri olsaydım, içinde yaşadığımız dünyada olup bitenlere sırtımı çevirseydim, sanrım en çok eşim ve kızlarım bundan utanırlardı. Biz ailecek böyle daha mutluyuz. Kızlarım artık büyüdüler ve daha birkaç ay önce ben de mektupla bu soruyu onlara sordum. Mealen, “Benden memnun musunuz?” diye sordum. “Eh işte, idare edersin” dediler. Buraya gülen yüz koyun. (Gülüyor) Benimle gurur duyuyorlarmış, sarayda olmamdansa hapiste olmamı tercih ediyorlarmış.

"HDP'DE BİR MUHATAPLIK KARMAŞASI OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM"

Son muhataplık tartışmalarından bahsetmek istiyorum. CHP’nin Kürt meselesinde HDP’yi muhatap alacağı açıklaması üzerine Sezai Temelli “muhatap İmralı’dır” dedi. Siz de yalnızca Kürt meselesinde değil, her meselede muhatap olduğunu söylediniz. Neden parti nezdinde böyle bir muhataplık karmaşası var?

Ben HDP’de bir muhataplık karmaşası olduğunu düşünmüyorum. Bir parti kendini tüm sorunların çözümünün muhatabı olarak görmezse kendi varlığını inkar etmiş olur. Bunun yanı sıra, Kürt sorununun bir de silah ve şiddet boyutu olduğu için elbette başka aktörlerin de çözüme dahil edilmesi gerektiğini söylemek HDP’nin muhataplığını inkar etmek veya yadsımak anlamına gelmez. HDP’de farklı düşünenler olabilir. Ancak kurumsal görüş önemlidir ve HDP kendini gerçek bir muhatap olarak ortaya koyarak doğru bir tutum almıştır.

Sezai Temelli'nin açıklamasının hükümetin "PKK eşittir HDP" paradigmasını doğrulayan bir açıklama olduğu yorumları yapıldı. Bu konuda ne dersiniz?



“PKK eşittir HDP” diyenler hem yanılıyorlar hem de yanıltıyorlar. HDP, destek aldığı kitleler dışında hiç kimseyi temsil etmez, edemez. Hele silahlı bir yapıyı hiç temsil etmez. Onun siyasi kolu veya uzantısı da değildir. HDP demokratik, siyasal mücadele yürüten anayasal bir partidir. Bünyesinde de bütün halklar ve inançların temsiliyetini barındıran çoğulcu ve çok kültürlü bir siyasi yapıdır.



Hükümetin PKK ve HDP'yi eşitleyen yaklaşımını nasıl değerlendirirsiniz?

HDP, Kürt sorununu ve PKK’yi en gerçekçi şekilde ve çözüme de katkı sunacak bir perspektifle tanımlarken, devletin resmi tanımıyla ters düştüğü için HDP’yi PKK ile eşitliyorlar. Ve kesinlikle yanlış yapıyorlar. PKK bile HDP’yi hiçbir şekilde kendi sözcüsü veya temsilcisi olarak kabul etmezken (ki bunu çözüm sürecinde en üst düzey PKK yöneticilerinin ağzından bizzat duydum. HDP’yi PKK’nin sözcüsü gibi gösterenlerden onlar bile rahatsız ve bunu kabul etmiyorlar) birileri ısrarla HDP’yi PKK’nin sözcüsü veya siyasi kanadı gibi göstermeye çalışıyor. Bu yanlış bir bakış açısıdır ve gerçeği yansıtmamaktadır.

Belki bu yanılgılı yaklaşımın kabul görmesinde, biz HDP sözcülerinin de zaman zaman yanlış anlaşılmaya müsait konuşmalarımız yol açmıştır. Dolayısıyla bizim de bu konuda özenli ve dikkatli olmamız lazım.

"ERDOĞAN ÇÖZÜM SÜRECİNİ BİTİRDİĞİNE BİN PİŞMAN"

Sizce Erdoğan’ın Temmuz ayında Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, son 5 yıldır ilk defa çözüm sürecini sahiplenen bir ifade kullanması dikkat çekti. Sizce bu durum yeni bir sürecin habercisi mi?

Hayır, ben Erdoğan’ın kafasında yeni bir çözüm sürecinin olduğunu düşünmüyorum. Zaten açıkça, “Kürt sorunu yoktur” deyip duruyor. Kendince zaten olmayan bir sorun için ne diye bir çözüm süreci başlatsın ki?

Bununla birlikte, çözüm sürecini bitirdiği için Erdoğan’ın bin pişman olduğundan da eminim. Çünkü o günden beri bir daha toparlayamadı. Kaybettiği meşruiyetini otoriterleşerek telafi etmeye çalıştı. Zaten bünyesi demokrasiye karşı alerjik. Son beş altı yılda iyice savruldu ve geri dönülemez şekilde kaybetti. Artık adı tarihe otoriter bir lider olarak yazılmış ve bitmiştir.

‘PKK’NİN SİLAHLI MÜCADELEYİ BIRAKMASINA 10 GÜN KALMIŞTI"

Çözüm sürecinde yanlış giden neydi?

Bunu daha önce de çok konuştuk. En büyük eksiklik, çözüm sürecinin yeterince şeffaf olmaması, kamuoyuna ve halka mal edilememesi ve TBMM’ye taşınamamasıydı. Çözüm sürecinden kurumsal olarak sorumlu olanlar kişiler değil TBMM olmalıydı. Ancak biz o dönemde maalesef ki bunu aşamadık. CHP’yi sürece dahil edip meseleyi Meclis’e taşımak için çok uğraştık. Ancak hep engellerle, bariyerlerle karşılaştık. Örneğin, Erdoğan her şey kendi kontrolünde olsun istiyordu. Düşünün ki HDP’nin eş genel başkanları olarak çözüm sürecinde bir defa bile Erdoğan ile yüz yüze görüşemedik.

Türkiye toplumu şundan emin olsun ki, 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı'ndan sonra PKK’nin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakmasına sadece on gün kalmıştı. Ama Erdoğan buna izin vermedi. Akil İnsanlar Grubu adlı sivil grup, son bir defa İmralı’ya gidecekti. Oradan silahların tümden devre dışına çıkarıldığı mesajını alıp gelecekti. Gerisini artık demokratik siyasetle ve parlamentoda hep birlikte çözecektik.

Kalıcı barışın kendisine ve partisinin oy oranına olumlu yansımayacağını görünce süreci bitirdi, Erdoğan. Akil İnsanlar Grubunun İmralı’ya gitmesine engel olan Erdoğan’dır. “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü bütün bunlardan sonra gelmiştir.

Büyük bir çarpıtmayla, sanki süreci benim bu sözüm bitirmiş gibi yansıtarak yalan söylüyorlar. Akil İnsanlar son bir defa İmralı’ya gitsin ve silahlar devre dışı kalsın diye Dolmabahçe Mutabakatından sonra on iki defa dönemin İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı ve MİT müsteşarıyla görüşerek Erdoğan’ı ikna etmelerini istedik. Ancak hiçbiri onu ikna edemedi. “Beyefendi çok kararlı” dediler. “Süreç bitmiştir” dediler. Ölümler olmasın diye tabiri caizse yalvardık adeta. Ama Nuh dediler, peygamber demediler. Çünkü çatışmanın ve kanın milliyetçiliği tırmandırıp oylarını artıracağına iman etmişlerdi.

Ne yazık ki hala farklı düşünmüyorlar. Yeni bir Suriye savaşı ile seçimde oy artırma hesabı yapıyorlar. Oysa biz o dönemde barışı sağlayabilseydik bu ölümleri durdurabilseydik emeği geçenlerin, mecazi anlamda söylüyorum, heykelleri dikilirdi. Ben, “Öcalan’ın heykelini dikeceğiz” dediğimde tam da bunu kast etmiştim. Çünkü o konuşmayı yaptığım gün, Öcalan’ın iki mektubu Erdoğan’ın elindeydi. Bu mektuplarda Öcalan silahları bıraktırmaya hazır olduğunu söylüyordu. Ve ben bunu o dönemin Adalet Bakanı’nın ağzından bizzat duymuştum. Şimdi utanmadan sıkılmadan, o konuşmayı aleyhime kullanıyorlar, bundan dolayı yargılanıyorum, Erdoğan mitinglerinde bu konuşmanın videosunu izletiyor. Oysa neyi kast ettiğimi hem Erdoğan hem bütün devlet yetkilileri çok iyi biliyor.

Öcalan silahları bıraktıracak ve elbette ki mecazi anlamda 'heykeli dikilecek' demiştim. İşte çözüm sürecinin şeffaf olmamasının manipülatif sonuçlarıdır bunlar.

"HDP'NİN TUTUM BELGESİ ÖNEMLİ"

Tüm partiler ilkelerden bahsederken, HDP bir tutum belgesi yayımlayarak ilk olarak ilkeleri isimlendiren, yöntem öneren parti oldu. HDP tutum belgesine dair memnuniyetinizi ifade ettiniz. Bu tutum belgesiyle ilgili düşünceniz nedir, bu belgeyle siyaseten ne hedefleniyor?

HDP’nin tutum belgesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Hem HDP hem de diğer siyasi partiler, siyaseten bir sıkışmışlık yaşıyorlardı. Bu tutum belgesi, herkese yeni bir siyaset alanı açtı.

Erdoğan, Türkiye gündemini uzun süredir siyaset üzerinden değil, siyasetsizlik üzerinden belirliyordu. HDP’nin tutum belgesi bu kabulleri yıktı ve siyasete alan açtı. Bu nedenle önemsiyorum.

‘ÖNEMLİ OLAN DEMOKRASİ KÜLTÜRÜYLE SEÇİMİ KAZANMAK"

Yerel seçimlerde en çok konuşulan konu Kürtlerin oyları, Kürtler ve Türklerin yakınlaşmasıydı. Bu yakınlaşma, özellikle de Kılıçdaroğlu'nun son söylemleri nezdinde de düşünülürse, nasıl devam edecek?

Atılan karşılıklı adımlar gecikmiş de olsa muhalefet açısından iyi bir başlangıç. Ancak önemli olan, demokrasi kültürünün gelişmesine katkı sağlayacak olan müzakereci, çoğulcu, dayanışmayı ve cesur bir siyaset anlayışının gelişmesidir.

Bence önemli olan, seçimi kazanmak değil. Seçim kazanmaktan daha önemlisi gerçek anlamda bir demokrasi kültürüyle yan yana durarak seçimi kazanmaktır. Çünkü bu durumda sadece seçimi değil demokrasiyi de kazanmış oluruz. HDP’yi, sol partileri, Meclis dışı muhalefeti dışlayarak da belki bir şekilde seçim kazanabilirsiniz ama demokrasiyi asla kazanamazsınız. Yeni iktidar, üç beş yıl içinde AKP’ye ve Erdoğan’a dönüşür. Çünkü iktidar yani güç yozlaştırır, mutlak iktidar ise kesinlikle yozlaştırır. Bu yozlaşmanın biricik panzehiri, demokrasiyi toplumun kültürü haline getirmektir. Şekli ve formel bir demokrasi bile toplum için tehdittir, tehlikelidir.

Görebildiğim kadarıyla bir araya gelen bu altı parti, şekli ve formel demokrasiyi aşabilecek bir şeyi söyleyebilmiş değiller henüz. Umarım bu noktada tıkanıp kalmazlar. Aksi taktirde halkın muhalefete verdiği, örneğin 10 milyon TL’lik bir kredi ile şekerli sakız almış olurlar ki bu da kredinin boşa harcanması anlamına gelir. Oysa ödenen bedeller, yaratılan birikim ve ortaya çıkan değerler çok daha büyüğünü kazanmaya imkan sunuyor. Umarım halkın verdiği krediyi heba etmezler. Bir adet sakız yerine tüm marketi almayı akıl ederler.

Erken seçim olacağını düşünüyor musunuz?

Seçimlerin Haziran 2023’ten önce kesinlikle yapılacağını düşünüyorum. Herkes, her an seçime hazır olmalıdır. Çünkü sürdürülebilir bir yönetim yok. Her an büyük bir ekonomik çöküş yaşanabilir. Para piyasaları dahil, her şey çökebilir.

"MUHALEFET HER İHTİMALE HAZIRLIKLI OLMALI"

Erken seçim halinde HDP’nin stratejisi ne olmalı?

Muhalefetin her ihtimale hazırlıklı olması lazım. Özellikle sandık güvenliği, görevlilerin eğitimi ve benzeri çalışmalar, şimdiye kadar çoktan tamamlanmış olmalıydı. Hatta bütün muhalefet partileri, ortak ve merkezi bir sandık takip sistemi kurmalılar ve şimdiden birkaç tatbikat yapmalılar. Sistemin, Şemdinli’den Keşan’a kadar her yerde işleyip işlemediğini birkaç defa denemeliler. Bunu yapmadıkları için 2017’deki referandum ve 2018 seçimleri kaybedildi.

Ayrıca, ittifaklar ve adaylık konuları da hiç değilse prensipler düzeyinde ön görüşmeleri tamamlanmış konular olmalılar. Seçim kararı verildiğinde hızla hayata geçirilebilecek, düşünülmüş, planlanmış bir stratejileri olmalı.

“Siyasi cinayetler”, “kaybetse de gitmez”, “seçimde hile yapar, bir şekilde kazanır” gibi seçmenleri kaygılandıracak başlıklar yerine cesaret ve umut dolu, direnişi motive edecek bir dil kullanmakta fayda var. Olası bir Suriye savaşı gibi konular için de toplumu şimdiden bilgilendirmek ve ne yaparlarsa yapsınlar bunu vatan için değil, seçim için yaptıklarını ve yapacaklarını halka iyi anlatmak gerekir.

Seçim barajı düşürülürse HDP seçmeninin barajı geçme motivasyonu kırılır mı?

Baraj yüzde bire de düşse HDP’nin oyu yükselecek, yüzde yediye düşse de. Çünkü HDP’de artık emanet oy yok. Kararlı seçmenleri var HDP’nin.

Seçim sürecinde Güneydoğudaki seçmene baskı yapılmasından endişe ediyor musunuz?

Seçim sürecinde sadece Doğu’da değil, Türkiye’nin her yerinde seçmene ve sandıklara baskı yapılma ihtimali var. Son yıllarda işe alınan emniyet ve yargı görevlilerinin çoğu AKP üyesi, TÜRGEV veya TÜGVA üyesi ya da bir tarikat mensubu. Ve maalesef, seçim güvenliğinden bunlar sorumlu olacaklar. Dolayısıyla kuzunun kurda emanet edileceğini şimdiden bilelim ve ona göre, sandık güvenlik tedbirlerini alalım.

Burada sivil toplum örgütlerine, barolara ve gönüllülere çok iş düşüyor. Hepsi, planlamalarını şimdiden yapmalılar.
‘PARTİMİZİ KAPATSALAR DA KAPATMASALAR DA SEÇMENİMİZDE ÇARPAN ETKİSİ YAPAR"

HDP’nin seçimler öncesinde kapatılabileceğini düşünüyor musunuz?

Evet, HDP’nin kapatılması ihtimal dahilinde. Zaten bu, siyasi bir karar olacaktır. Ama hiç kimse merak etmesin, tek bir HDP seçmeninin oyu bile heba olmayacak şekilde, her türlü tedbir alınıyor. Gerek Meclis seçiminde gerek de Cumhurbaşkanlığı seçiminde, HDP seçmeni rolünü oynayacaktır.

Sıkışmış olan HDP değil, AKP’dir. Partimizi kapatırlarsa bu, seçmenimizde çarpan etkisi yapar. Kapatmazlarsa da çarpan etkisi yapar.

Kaynak: kisadalga.net