Almanya'nın başkenti Berlin'de ikinci kez toplanan ve iki gün süren 'Demokrasi ve Özgürlük Konferansı' tamamlandı. Konferans sonrası Akademisyen Latife Akyüz ve gazeteci Can Dündar tarafından okunan sonuç bidirisini olduğu gibi yayınlıyoruz:
İkinci Demokrasi ve Özgürlük Konferansı, dünyada işgal ve savaş koşulları altında barış talebinin yükseldiği, otoriter baskıyla birlikte direncin de örgütlendiği bir dönemde, savaşın yaralarını en iyi bilen başkentlerden Berlin’de toplandı.
İki buçuk yıl önce toplanan ilk konferanstan bu yana Türkiye’de de, yaklaşan seçimle birlikte baskıların artışına ve muhalefetin de buna karşı yeni direniş modelleri geliştirmesine tanık oluyoruz.
Ukrayna ile yeniden gündeme gelen, Türkiye’nin uzunca süredir yaşamakta olduğu otokratik yönetim, işgal siyaseti ve saldırganlığın, insanlığa nasıl bir tehdit oluşturduğu daha iyi görüldü.
Demokrasi ve Özgürlük Konferansı, tam da bu dönemde, barış talebinin, dayanışma ihtiyacının, yeni bir Türkiye ütopyasının öneminin bilinciyle, farklı görüşten kurum temsilcilerini, hak örgütlerini, siyasetçileri, akademisyenleri, aktivistleri bir araya getirdi.
Demokrasi ve Özgürlük Konferansı: 'Bu inisiyatifleri güçlendirmek ve yaymak gerek'
Demokrasi ve Özgürlük Konferansı: 'Bu inisiyatifleri güçlendirmek ve yaymak gerek'
Konferansın ikinci gününde 17 dernek, platform ve inisiyatifin temsilcileri söz aldı. Akademisyen Can Candan, “Böyle buluşmalar, yeni buluşmalara da vesile olacaktır" dedi.
Konferans, ilk günkü üç oturumda Türkiye’nin dününü, bugününü ve yarınını tartıştı:
İlk oturumda, bugün itibarıyla bir “Hasar Tespiti” yapıldı.
Mafyalaşmış bir tek adam rejimi, ülkeye topyekün bir kurum kıyımı, çöküş ve yozlaşma yaşatıyor. Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler, Romanlar ve tüm ezilen halklar, her geçen gün artan bir şiddetle terörize ediliyor. Tektipleştirme ve baskı politikalarından nasibini almayan kurum, toplumsal yapı, hak mücadelesi alanı kalmadı. Toplum, yoksullukla cezalandırılırken, yargı, medya, akademi, sağlık, ekonomi, eğitim, kültür, sanat alanları enkaza dönüştü. Barış akademisyenlerinden KHK’lılara kadar birçok kesim sivil ölüme mahkum edildi. Belediyeler ve üniversiteler başta olmak üzere birçok kurumda kayyum siyasetiyle temsiliyet hakkı ve özerk yapılar gaspedildi. Rehine politikasıyla tutukluluk, tutsaklığa dönüştürüldü. Doğa ve yaşam alanları talan ediliyor. Yoğunlaşan beyin göçüyle ülkenin düşünsel zenginliği sistematik olarak çölleştiriliyor. Cinsiyet ve cinsel yönelim ayrımcılığı, kadınlara, çocuklara, LGBTQ+lara yönelik şiddet, her gün tırmanıyor. Böyle bir dönemde İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması yaşanan cinayetlere meşruiyet zemini sundu. İkinci oturumda, yaşanan baskı ortamından “Çıkış Yolları” tartışıldı.
Özellikle son 20 yılda yaratılan ağır hasara rağmen Türkiye’de hala süren bir mücadele geleneği var. Baskıya direnen kararlı halk iradesi, özellikle yerel yönetim zaferiyle uçuruma gidişi durdurdu ve yarın umudu yarattı. Bu umudun büyütülerek demokratik ittifakların geliştirilmesi, özellikle de giderek güçlenen emek örgütlerinin, kadın hareketinin, ekolojik muhalefetin bu süreçte aktif rol alması, Türkiye’de verilen mücadelenin dünya deneyimleriyle, özellikle Latin Amerika’da zafere ulaşan özgürlük mücadelesiyle dayanışması vurgulandı.
Üçüncü oturumun başlığı “Geleceğin İnşası” idi.
Burada da enkaz kaldırıldıktan sonra inşa edilecek çoğulcu, demokratik, özgür Türkiye’nin olmazsa olmazları tartışıldı. Tabandan tavana yansıyan bir kolektif kurucu irade ihtiyacı dile getirildi. Cezaevlerinde çok ağır koşullarda tutulan başta hasta tutsaklar olmak üzere, siyasi tutukluların özgürleştirilmesi, bugüne dek verilen siyasi mahkûmiyet kararlarının sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması istendi. Denetleme ve dengeleme kurumlarının yeniden oluşturulmasına, bağımsız yargının, etkili meclisin, özgür basının, özerk üniversitenin, güçlü sivil toplumun yeniden kurulması gerekliliğine dikkat çekildi. Tek adam diktasına dayalı merkezi örgütlenme yerine, katılıma ve uzlaşmaya dayalı yerel siyaseti önceleyen, âdemi merkeziyetçi bir yapının zorunluluğu; çözümü, muhataplarla birlikte aramanın hayatiyeti vurgulandı.
Konferansın sonunda üç çalışma grubu oluşturuldu.
“Diplomasi ve medya çalışma grubu”, konferansta alınan kararların diğer dünya halklarına, siyasi çevrelerine, medyasına iletilmesi ve Türkiye’nin öteki yüzünün gösterilmesine ilişkin yapılabilecekler üzerine yoğunlaştı.
“Halkla ilişkiler grubu”, 200 kişiyle oluşturulan iradenin, çok daha geniş kitlelerle buluşması, paylaşılması, dayanışma sağlanması için yapılabilecekleri tartıştı; demokrasi şenlikleri, forumlar, konserlerle barış, demokrasi, özgürlük talebinin kitleselleştirilmesi kararlaştırıldı.
Nihayet “Hak ve adalet çalışma grubu”, hukuksuz yargı kararlarının raporlaştırılarak yaşanan adaletsizliği dünyaya anlatabilecek, yurtdışındaki sürgünlerin yaşadığı adalet sorunlarına, hukuk ihlallerine çözümler üretebilecek mekanizmalar oluşturulması konusunu görüştü.
Demokrasi ve Özgürlük Konferansının bütün katılımcıları, acil dayanışma ihtiyacıyla birlikte ortak mücadele azmini de ortaya koydu. Konferansa, bir barış annesinin deyimiyle, bütün yaşatılan zulme rağmen nefretin üremediği, tersine emsalsiz bir empatinin ağırlık kazandığı bir yaklaşım hâkim oldu.
Oluşturulan birlik ve dayanışma ikliminin, kurulan ittifakın ve ortak mücadelenin büyüyerek sürdürülmesi, sadece baskı ortamı sona erene dek değil, herkesin özlemi olan demokratik Türkiye ve toplumsal barış ortamı kurulana kadar birlikte çalışma kararlılığıyla ve üçüncü konferansın Türkiye’de toplanması umuduyla sona erdi.