GÜNDEM

Figen Yüksekdağ yazdı: Depremzede değil devletzedeyiz

Figen Yüksekdağ, depremlerin ilk gününde Erdoğan’ın halkı ve muhalefeti tehdit etmesini eleştirdi. Yüksekdağ, ‘Saray iktidarının hangi noktaya geldiği ve her ömür uzatma hamlesinin toplumun ömrünü tükettiği gerçeğiyle çok acı bir çarpışma yaşandı’ dedi.

Abone Ol

Kandıra 1 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, maraş merkezli depremlerin ardından ‘Depreme dayanaksız devlet’ başlıklı bir yazıyı Yeni Yaşam gazetesinde kaleme aldı.

Yüksekdağ yazısında iktidarı eleştirerek, “Daha afetin ilk günü milyonlar feryat figan çırpınırken, enkazların karanlığına gömülmüşken Erdoğan halkı ve muhalefeti tehdit ediyordu. “Yardım gelmedi” diyenleri “Deftere yazmaktan”, “Devlet nerede” diye soranlardan, “Hesap sormaktan” bahsediyordu” dedi.

RELATED VİDEO
“Hiddet saçan iktidar, yıkıcıklıkta depremle yarıştığını ispata uğraşıyordu adeta” diyen Yüksekdağ, “Sel, yangın, göçük ya da deprem… Halklarımız “devletzede” olarak yaşamayı ya da ölmeyi hak etmiyor” ifadelerini kullandı.

Yüksekdağ’ın kaleme aldığı yazısı şöyle:

“Yüreğimizi yarıp geçen depremim ardından hala can topluyoruz. Tek bir canlı sesine kulak kesilmiş o tarifsiz bekleyişin acısını duyuyoruz. Uykuların, yemelerin, içmelerin, gülmelerin ve evet yaşamaların haram olduğu günler geçirdik. Henüz hiçbir şeyin bitmediğini de biliyoruz. Bu deprem kolay dinmez. Yıktığıyla geçip gitmez. Yaşama, topluma, ekonomiye, siyasete, doğaya, sosyolojiye, tarihe dair milat arıyor, soruyorsanız, depremden, o büyük felaketten başkası değildir.

Milat dediğimiz, tarihle ve toplumun bir durumdan diğerine geçişiyle ilgilidir. Toplumsal algı ve hareket her zaman onu çevreleyen, var eden koşullar temelden sarsılıp değiştiğinde bilinçli insan topluluklarının da değişimi kaçınılmazdır. Hayatın, toplumsal maddi koşulların ve durmaksızın devinen doğanın hareketine yetişemeyen insan bilinçli mahlukat olarak bu hareket karşısında hiçbir ayrıcalığa sahip değildir. Kıvranır, yozlaşır, çürür, silinir. Yok olan kaç uygarlık vardır böyle ve başlayan…

Yıkan sistem

Art arda gelen iki depremin ama devletin ve onun bütün gücünü, otoritesini kendi elinde toplayan siyasi iktidarın yıkılandan çok yıkan rolü ve karakteri her boyutun ve çıkarsamanın önüne geçti. Saray devletini, tek adam liderliğindeki şer ittifakını üç-beş müşfik ve kucaklayıcı söz söylemekten dahi uzaklaştıran, bir kötüye kurulmuşluk hali hakimdi. Daha afetin ilk günü milyonlar feryat figan çırpınırken, enkazların karanlığına gömülmüşken Erdoğan halkı ve muhalefeti tehdit ediyordu. “Yardım gelmedi” diyenleri “Deftere yazmaktan”, “Devlet nerede” diye soranlardan, “Hesap sormaktan” bahsediyordu. Acının, çaresizliğin çığlıkları karşısında bile aynı kurumuş tahammülsüzlükle kıran, döken, hiddet saçan iktidar, yıkıcıklıkta depremle yarıştığını ispata uğraşıyordu adeta.

Hala tehditler, hakaretler dozu yükselerek devam ediyor. Yardım gönüllülerine saldırma, insani dayanışma köprülerini dinamitleme, halkın erdemine, fedakarlığına haset duyma gibi bozuk bir ruh hali yönetiyor yönetenleri. Ağır acıların, olanaksızlıkların arasında sivil inisiyatiflerin, demokratik kitle örgütlerinin, siyasi partilerin çaba ve çalışmalarına “düşman kuvvetlerine” bakar gibi bakan, tez elden enkazlarla birlikte onları da ortadan kaldırmaya kitlenen hastalıklı bir ruh hali…

‘Eserleri’ 100 bin cenaze!

Hakim istem ve onu var eden iktidarın ana motivasyonu kurmak değil yıkmak, yaşatmak değil yok etmek. 21 yıl boyunca “yaptık” dedikleri binalar, yollar, havalimanları çatır çatır çökerken geriye pek eserleri kalmadığını onlar da biliyor. Belki de tarihte bıraktıkları en önemli ve unutulmaz “eser” cumhuriyetin 100. yılında yüzbin cenaze olacak. Bunları bildikleri için kızgınlar. Her zamankinden daha da kızgınlar. Tıpkı iktidarı bırakmak istemeyen bütün muktedirler gibi. Firavun’un, Nemrut’un zamanında, Sümer’i, Asur’u yıkan devasa afet ve melanet anlatılardan ve bunlara benzer çoğu deneyimden bilimsel tarih görüş açısıyla çıkarılacak tek bir ders vardır; zulmü zirveye vardıran ve insandan kopan hükümranlıklar, yıktıklarıyla birlikte kendileri de yıkılırlar. Kendini ölümsüz, bitimsiz kılma hırsı, bir avuç seçkin zümrenin öldüren, bitiren bir kuvvete dönüşmesine yol açmış hep. İnsana ve her türden cana saygının, sadakatin olmadığı, kalan tortuların da çürüdüğü her yerde afetler, illetler, sadece durumun dramatikliğini perçinler. Toplumun yüzüne çarpma şiddetini artırır. 21 yıldır iktidarını korumak uğruna her gün insana, vicdana, adalete dair olandan uzaklaşanların fildişi saraylar kurup başka boyutta yaşayanların ve rıza almadığından da halkın kafasına vura vura kendini kabul ettirmeye çalışanların gerçeğidir bu.

Hesabı sorulmayınca…

Saray iktidarının hangi noktaya geldiği ve her ömür uzatma hamlesinin toplumun ömrünü tükettiği gerçeğiyle çok acı bir çarpışma yaşandı. Yıllardır her afette “takdiri ilahi”, “mukadderat” diyenlerin son açıklaması da “kader planıydı”. Bunu halk güvenliği ve sağlığı için insan odaklı tek etkili planı olmayanlar söyledi. Yaşamın bütün kritik alanlarını kâr, piyasa, yolsuzluk, çeteleşme tezgahına bağlayanlar söyledi. Kendi tercihleri olan plansızlığı “kader planı” söylemiyle mazur göstermeye çalışıyorlar yine. Bu söylemler basit geçiştirmeler değildir. İktidarın sistem ve yönetim anlayışını yansıtır. Onlara göre afetten, kırandan, felaketten başını kaldırmayan bir ülke haline gelmek büyük bir sorun değil. Aksine kadere boyun eğen, afetten sağ çıkma ihtimali için mücadele etmeyen “milleti” yönetmekten kolaydır. Sistemlerini karakterize eden bu zihniyettir. Türkiye’de Afet ve Acil Durum Yönetimi’ne bütçeden 8 küsur milyar ayrılırken, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bunun 5 katı ödenek verilmesi üzerinde çok ciddi durulması gereken bir konudur. Devlet mekanizması Erdoğan’ın deyimiyle “dindar ve kindar” bir nesil yetiştirmeyi, kültürel hegemonyayı, tarikatlardan kendine asker devşirmeyi, dini siyaset ve örgütlenme aracı olarak kurumsallaştırmayı her şeyin önüne koyuyor. Böyle bir devletin can kurtarma ve yaşatma öncelikli davranması mümkün mü? Üstelik berbat ötesi pandemi yönetiminin, haftalarca söndürülemeyen orman yangınlarının, Soma’nın, Ermenek’in, Amasra’nın, yüzlerce iş cinayetinin ve sistem kaynaklı sayısız ölümün hesabını vermemişken… Öyle ki Türkiye can kayıplarının sıradanlaştığı, korkunç biçimde kanıksandığı ve unutulduğu bir ülke haline geldi. Hesabı sorulmayan her büyük acı unutulur çünkü, geriye her yıkımın, ölüme yazgının, yokluğun derin fay hatları üzerinde beklemek kalır. Sistem ölümü kabullendirmeyi, yaptığı devasa yatırımla pasifize olmayı, canı çekilme halini örgütlüyor. Yaşatma ve yaşam kurtarma örgütlenmesinin ne halde olduğunu herkes gördü. Bu utanç verici yetmezliğin tek sebebi devletin kendi iktidarına, itibarına, şeylüislamlığına, çürük beton şirketlerine, rüşvet, yolsuzluk çarklarına ve 21 yıllık kuralsız sömürünün eseri açık-gizli sermaye birikimine, halkların canından çok değer vermesidir. “Güçlü devlet” zırhı sadece bunları korumak içindir.

Devletin işi ne?

Devasa felaketin ilk saatlerinden itibaren devlet sahipleri en iyi bildiği işi yaptı. Baskı, tehdit, hakaret, şiddet, cezalandırma ve kendi yurttaşıyla aralıksız savaş… Bu nasıl ayar, nasıl bir motivasyondur ki hiçbir zaman bozulmuyor, ara verilmiyor. Yeri göğü sarsan afetin ortasında milyonlarca insan can verirken, kahrolurken dahi bildiğinden, yaptığından şaşmıyor. Kamuoyu etkisiyle zorunlu bazı düzeltmeler gerçekleştirse de uyaran, eleştiren, hatta “kör gözüne parmağım” yanlışlara yanlış diyenleri hesap sormak üzere defterine yazıyor. İki haftadır siyasi partileri, basını, demokratik kitle örgütlerini, yardım kuruluşlarını ve depremzedeleri “zamanı geldiğinde” cezalandırmaya hazırlanıyor. Devletlerin en organize yaptığı hazırlık budur. Saldırmak, cezalandırmak bahsinde pek bekledikleri de söylenemez. En hayati anlarda dayanışmaya en fazla ihtiyaç duyulan günlerde yardım gönüllülerine müdahale etmeyi, kurtarma ekiplerini bekletmeyi, acil ihtiyaç kamyonlarını kentlere sokmamayı dahi başardılar. Ortalık can pazarına dönmüşken siyasi hesap ve operasyon yapan, insani ortaklaşma, acılarda buluşma anında yine nefreti şefkatine galip gelen onlardır.

Devletin aklı

Milyonlarca insan kurtarma ekibi, vinç, ekmek, su, çadır, battaniye için yalvarırken, enkaz altındakiler telefonla, tweetle hayatta tutunmaya çalışırken “provokatif paylaşım” bahanesiyle sosyal medyayı kapatan devlet aklı için çok şey söylenebilir ama aklını kaçırdığı söylenemez çünkü o akıl daima böyle çalıştı. Devlet refleksi zor kullanımı üzerinden gelişip yerleşince her iktidar aygıtı her anın fonksiyonunu böylece şekillendiriyor. Bu nedenle acı ve gözyaşına kesmiş günler boyunca tek bir canın kurtulması için dünya nefesini tutmuşken hapishanelerde mahpusların silahlarla taranması, üç kişinin taammüden öldürülmesi bizim için anlaşılmaz değil. Devlet dedikleri, o hikmetinden sual olunmaz kamu otoritesi dedikleri bu. Kendini en çok hapishanelerde, insanların işkence edilmiş cansız bedenlerinin çıktığı karakollarda gösteriyor. Enkaz önlerinde günlerce yere serili bekletilen cenazeleri kaldıramaz ama çok hızlı ve isabetli kurşun sıkar. Bu yıkımın sorumlularından en tepeye kadar hesap sormaz, sordurmaz ama aç karnını doyurmak için marketten yiyecek alan depremzedeyi döve döve canından eder. Devletin aklı tutulmaz, rutin olarak böyle çalışır.

'Devletzede'

Saray iktidarının elinde devlet kurumu öyle bir hele geldi ki yapısal, toplum dışı karakterini, sorunlarını tartışmaya sıra gelmiyor. En sıradan ve açık insani yardım faaliyetlerine dahi tahammül edilmiyor. HDP’nin dayanışma koordinasyon merkezine el konuldu, yardım gönüllülerine “yardım etmeyin” diye polisle kovalanıyor. Yakında kendi etiketini taşımayan derneklere, STÖ’lere, meslek kuruluşlarına, sendikalara musallat olacaklarını da ilan ettiler. Bütün süreç boyunca devlet ve tek elde toplamış merkezi yönetim adına işlenen onlarca suçlular yaratmaları gerekiyor, çünkü yıllarca her kritik süreçte böyle yaptılar. Devlet bu işi görüyor çünkü.

Şimdi büyük acı, trajedi için daha büyük fotoğrafa bakmalı. Daha büyük ve ısrarlı sorular sormalı. 40 yıllık adı konulmamış savaşa oluk oluk akıtılan parayla kaç can kurtarılırdı? Kaç aile yurtlandırılırdı? Kaç afet felakete dönüştürülmezdi? Deprem tahminen 100 bin insanımızı bizden kopardı ama daha milyonlarcası yakın yıkım tehdidi altında çaresizce ölümü bekliyor. Savaşa ayrılan kaynak, zaman ve olanaklarla nice kenti yeniden kurabilecekken her dikili taşımız patır patır yıkılıyor. Memleketin insan gücü tüketici, yok edici bir döngüye hapsedilmiş. “Büyük ve güçlü devlet” efsanesi “dünya lideri” hikâyesi hep savaş, zor, gövde gösterisi üzerine kuruldu ama işte bunlar depreme dayanıklı değil. Güvenlik, vatanın, milletin bekası adına yapılan her şey bir avuç zümre dışında kimseye yaramıyor. Binalardan çok devletin yapısı sorunlu. Ve artık bu yapı çok kritik, varoluşsal bir eşiğe gelmiş durumda. Askeri operasyon yapma kabiliyetinin, bütün bölgeye savaş ihraç etme pratiğinin ve en küçük demokratik hareketi en ağır şiddetle bastırma ısrarının çeyreğini yaşatmak için göstermediğinde o eşik toplum tarafından aşılır.

Kurşun gibi sert, ağır bir zamanda mezara dönmüş kentlerin, köylerin ortasında iyiye, emeğe, insana ve yeniden kuruluşa dair filizler de yeşerdi. Sakınmadan, iyi ve soylu deneyimleri birbirinden ayırmadan sahip çıkmak gerekir. Daha fazla cenaze toplamamak, yıkılmamak, acımasızlığın enkazları altında kalmamak için kaçırılacak tek gün yok. Sadece toplumsal dayanışmanın değil toplumsal cesaretin de büyütülmesi gereken bir zamandayız. Sel, yangın, göçük ya da deprem… Halklarımız “devletzede” olarak yaşamayı ya da ölmeyi hak etmiyor.”

*Bu yazı Yeni Yaşam gazetesinde yayınlanmıştır.