2004 yılında Kültür Bakanlığı bürokratları tarafından sansürlenen önsöz şöyle:
"Ulla Johansen’in bu kitaptaki gözlemleri olağanüstüdür. Profesör Ulla Johansen bilim insanı gözlemciliğini sevgiyle saygıyla yoğurmayı bilmiş, genç bir asistanken altı ay boyunca yaşamlarını paylaştığı Yörüklerle kırk yıla yakın bir süre sonra yeniden buluşmuş, göçlerine katılmış. Böylece biten bir yaşamın, kültürün sonlarına yetişebilmiş ya, bize de yitip giden bir yaşam biçimini, bir kültürü armağan ediyor.
“Yörüklerin son yıllarında onlarla birlikte ben de yaşadım. Bu dediğim Ulla Johansen’in gözlemlediği dönemin epey öncesi. Biz Çukurovalılar, kışlıkları Çukurova olduğu için Yörüklerle iç içeydik. Bir Yörük obasının başı Kerimoğlu babamın dostuydu. Babam öldükten sonra bile Kerimoğlu’yla dostluğumuz sürdü.
“Yörükler yayla dönüşü bizim köyün alt başındaki geniş meraya konarlar, burada bir hafta on gün kalırlardı. Kerimoğlu düzlüğe her indiklerinde, çadırlar kurulur kurulmaz türlü hediyelerle bize gelirdi. Bir yayla dönüşünde anamla birlikte Kerimoğlu çadırına gittik. İlk kahveyi Kerimoğlu’yla birlikte o görkemli çadırda içtim. Kerimoğlu herhalde beni babamın yerine koymuştu. O gün bugündür de o kahvenin tadını kokusunu hiçbir kahvede bulamadım. Sonradan Yörüklerde de, Türkmenlerde de, Torosların Alevi Kürtlerinde de dibek kahvesi içtim ya o tadı hiçbir kahvede bulamadım. Ya da çocukluk kahvesinin tadı, kokusu…
“Gördüğüm kahve dibekleri kırmızı bir ağaçtandı ve çok güzel işlenmişti, pırıl pırıldı. Tunç dibekleri ben sonradan gördüm. Konuklara ikram etmek de törenin içindeydi. Ulla Johansen kahvelerden, dibeklerden söz etmiyor. Yoksa elliler Yörüklerin tükeniş, yoksulluk yılları mıydı? İğneden ipliğe kadar Yörüklerin bütün yaşantılarını yazan Ulla Johansen, Yörüklere bir hal olmasaydı kilimleri, ala çuvalları, heybeleri, cicimleri, halıları, bütün kahvesini de yazardı.
“Kilimlerde, halılarda gördüğümüz solmayan, eskidikçe de parlayan boyaların hangi otlardan, hangi ağaç, hangi çalı köklerinden, kabuklardan çıkarıldıkları unutulmuştu. Kökboyaların hangi köklerden, kabuklardan çıkarıldıklarını Profesör Ulla’dan öğreniyoruz. Kök boyalar üstüne yazılmış kitaplar da var ya daha niceleri de olsa ne iyi olur.
“Kökboyaları kullananlar Türkmen, Kürt kilim ve halı dokuyucuları, bir de Yörüklerdir.
“Yörükler bir Türkmen kolu mu ya da ayrı bir kabile mi? Birçok araştırmacıya göre bunlar Türkmen’dir. Türkmen olsalar da olmasalar da yerleşmeye bütün olumsuzluklara karşın direniyorlar. 1986’nın Mayıs ayında dağlara doğru Savrun çayının gözesine gidiyordum, yolda bir ormanın ucunda bir Yörük obasıyla karşılaştım. Sürüleri arkada, kamyonları öndeydi. Kamyonlar ağzına kadar doluydu kadın erkekli. Erkeklerin elinde de birer kirmen, eğiriyorlardı. Çukurova’da bu konargöçerlere Türkmen, Avşar ya da göçer demezler. Aydınlı derlerdi. Türkmenler, Avşarlar 1865-1870 yıllarında Kozanoğlu başkaldırısının yenilgisinden sonra Çukurova’ya yerleşmişlerdi. Kimileri onlar Aydın’dan Çukurova’ya göç etmiş Aydınlı aşiretindendir diyorlardı. Bir kısmı da Alevi’ydi ya, onlar da Alevi törelerinden, geleneklerinden hemen hemen bir şey kalmamıştı. Obaların çoğu Sünnileşmişti.
Arabayı kullanan arkadaşıma “Bunlarla nasıl konuşurum?” dedim.
“Oba ileriye konmuştur” dedi. Biraz ilerleyince ormanın kıyısında halka oluşturmuş çadırlar gördük. Orada durduk. Çadırların birinden bir adam çıktı, başka bir çadırdan da bir yaşlı. Her çadırın önünde bir traktör duruyordu. Traktörün yanında da, saydım, beş akümülatör bağlanmıştı. Genç adamın adı Halil’di ve okuryazardı.
“Bu kadar akümülatöre ne gerek var?” diye sordum.
“Televizyon için” dedi.
Halil şaşkınlığımı görünce de çadırın kapısını gösterdi, “Buyur içeri” dedi.
Halil bizi kahve içmeye davet etti. İçtiğim kahve o kahve değildi. Ona öteki obaları sordum. Hangi obanın nerelerde kışladıklarını, nerede yayladıklarını biliyordu. Birçok oba da yerleşmiş, imi timi yitmişti. Ona Horzumluları sordum. Çukurova’da çıkıyorlardı. Deveyle yaylaya çıkanlar kalmamıştı. “Biz de” dedi Halil, “son demlerimizi yaşıyoruz. Birkaç yıl sonra konargöçer diye kimse kalmayacak.”
Profesör Ulla Johansen’in saptadığı evlenmeler de ilginç. Onların evlenmeleri Türkmenlerin evlenme törenlerine benziyor. Örneğin bir kardeş ölünce, dul karısının kardeşiyle evlendirilmesi Türkmenlerde, Kürtlerde de var. Profesör Ulla, Yörüklerin düğünlerinden pek öyle söz etmiyor. Eskiden onların düğün törenleri de tıpkı Türkmenlerin düğün törenleri gibiydi. Üç beş gün, bir hafta onların da düğünleri olurdu. Onlar da düğünlerini çoğunlukla sonbaharda yapardı. Yörükler yok olurken önce gelenekleri, görenekleri yok oldu. Ulla Johansen bu yaşam biçimini yok olmadan önceki haliyle aktarmakla çok değerli bir iş yapıyor ya, çok önemli olan da bir kadın olarak gelenekleri sürdüren Yörük kadınların dünyasını yakından gözlemlemiş olması…
Gençliğimde folklor çalışmaları yaparken, önce Yörüklere gittim. Onlardan çok türkü, çok masallar, çok destan derleyecektim. Çünkü onlar kendi dünyalarında yaşıyorlardı. İlişkileri yalnız Türkmenlerleydi. Bir yaz Torosları yayla yayla dolaştım, hemen hemen bir şey bulamadım. Ne bir ağıt, ne bir türkü. Bir bilmece bile yazamadım. Bunlardan sonra da kuytularda kalmış birkaç Türkmen köyüne gittim, onlarda da bir şeyler bulamadım. Güvendiğim dağlara kar yağmıştı. Salt üç tane çocuk tekerlemesi aldım yaşlı bir adamdan.
Aydınlılar bir azınlıktı Çukurova’da. Türkmenler bir çoğunluktu. Halep Türkmenleri, Çukurova Türkmenleri, söylendiğine göre bir milyondan çok nüfusa sahipti. Büyük şairler, büyük destancılar yetişmişlerdi. Aydınlılar gittikçe azalmışlardı. Onlar azaldıkça da kültürlerinden geleneklerinden uzaklaşmışlardı. Tam tükendiklerinde, onlar için Çukurova’da kışlak, Toroslarda yaylak kalmamıştı. Bugün Çukurova’da köyleri var ama kültürleri yok. Onları da televizyonlar besliyor.
Profesör Ulla Johansen’in armağan ettiği yitip giden bir yaşam biçiminin, bir kültürün izlerinden öte genç araştırmacılara örnek olması gereken bir titizlik, duyarlılık, inat ve sebat. Bugünün genç araştırmacıları da büyük kültürel zenginliklerimiz hepten yok olmadan aynı yoldan gitseler…"