Esasında gelenek ve kültür ile birlikte medeniyet de gelenek ve kültür ile yakından ilgili ve ilişkilidir. Çünkü insan toplumsal hayat yaşaması ile bu unsurlar arasında bir takım karşılıklı ilişkiler mevcuttur. Batıda bu alanda sosyal araştırmaları zorunlu kılan bir takım tarihi nedenlerden söz etmek mümkündür. Özellikle sanayi devrimi ile birlikte bu alanda yoğunlaşan araştırmaların tesadüfi olduğunu söylemek kolay olmasa gerek.
Toplum hayatında ve yerleşim birimlerinde meydana gelen köklü değişiklikler kırsal alanları her gün biraz daha boşalarak yeni kent hayatının çekici özellik kazanması da geleneğe ve geleneksel hayat kültürüne karşı atılan bir adım olmuştur.
Halkın kendi değerlerine karşı duyarlılığını kaybetmesinden ziyade, değerlerinin bir başka seküler kültüre duyulan özlem sonucu yok olma ile karşı karşıya kaldığını söylemek abartı olmayacaktır. Halkına öncülük eden şahısların halkına yabancılaşması ile sergilemiş oldukları tutum ve davranışların kültür yozlaşmasında etkili olduğu bilinmektedir.
Kendi toplumunu daha iyiye, daha güzele ve daha doğruya götürmek isteyen ve gerçekten de halkına ve tarihine karşı sorumluluk duyan insan, kuşkusuz hitap ettiği toplumun bütün değerlerini, yozlaşmış kültür aksamlarını ve hurafelere bürünmüş inançlarını olduğu gibi kabul etmesi düşünülemez. Kabul ederse sorumlu insan, sorumlu öncü ya da yol gösterici olarak kendi kendisi ile çelişir.
Nitekim Kuran’ın tarihi görüşüne bakıldığında, peygamberlerin de geleneksel yapılarla uzlaşmadıkları, bozuk kültür unsurlarına karşı mücadele ettikleri açıkça görülür. Ancak peygamberler bu alanda enteresan bir yöntem uygulamışlardır. Bir yandan var olan toplumun temeldeki bozukluklarını ve bunun beslenme kaynaklarını gösterirlerken, diğer yandan da toplumun sıkı sıkıya bağlandığı geleneksel kültür unsurlarını, örf ve adetlerini tevhid üzere dinamik bir hale dönüştürmüşlerdir. Böylece tarihin şirk kökenli değerlerini yok eden tavırla, tarihin tevhid geleneğini yücelten ve bunu toplumun bilincine aktarmayı amaçlayan tavır peygamberlerin yönetim modelinde bir arada bulunmaktadır. Sergilenen metot ile toplumun erdemsizliklerini tedavülden kaldırırken, peşinden toplumun ihtiyacı olan ve tevhid inancı ile çelişmeyen adet, gelenek ve kültürlerini muhafaza etmeyi yeğlemişlerdir.
Kendi tarihini, kendi kültür kaynaklarını, kendi toplumunu, tanımayan bir insanın kendi toplumun önünde yol yürümesi imkânsızdır. Bu bağlamda kendi toplumuna öncülük edecek insanın kendi tarihi, halkının kültürü, yaşadığı hayat tarzı, bu tarzı biçimlendiren gelenekleri, örfleri adetleri iyi bilmesi ve kavraması hayati öneme haizdir. Toplumun gelenek ve göreneklerini hor görmek toplumun kendisini hor görmek ile eşdeğerdir.
Toplumun anlamadığı bir dille ortaya konulan, toplumun köklü ve geleneksel unsurlarıyla, kültür birikimi ile kenetlenmeyen bir düşünce tarzı kendini toplumdan koparmış, yabancılaşmış salt bir düşünceden öteye geçemez.
Hiçbir toplum gelenekleri ve tarihi, kültür birikimi toptan inkar edilerek, daha iyiye daha güzele götürülmemiştir. Kendi toplumunun, kendi halkının, kendi tarihinin kültürünü, düşüncesini ve medeniyetini kavrayamamış kişi kendi toplumuna yabancılaşmış kişidir. Halk ve avam tabakası düşünemez diyen kimi sözde aydınlar kendilerini fildişi kulelerinde zanneden zavallı kimselerdir. Bu minval üzerine düşüncelerini inşa edenlerin topluma sunabilecekleri çözüm önerileri ve reçeteleri olmayanlardır.
Bir insan en başta kendini, bağrından doğup büyüdüğü toplumunu, geçmişinde yaşanmış olan tarihini, yoksun halkını görmezden gelerek yol gösterici olmasını beklemek abesle iştigaldir.
Bütün bu gerçeklere karşı toplumun ekonomik, siyasi ve ahlaki hayatını bilgi ile donatılması hedeflenen amaç olmalıdır. Sorumluluklar ortak olmasına rağmen, bireysel düşler ve fıtri yetenekler eşit değildir.
Toplumun sorunlarını alabildiğine gündeme getiren, çözümler arayan ve mazlum sınıfların sesini duyuran kişi ve yapılara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun da gerçekleşebilmesi için toplumun kendi içinden bilgi düzeyi ve kültür birikimi yüksek olan bireylerin yetiştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Örfe saygı duyulması ve kabul görmesi İslami hukukun bir ilkesidir. Eğer belirli bir yerdeki insanlar bazı uygulamalarda bulunuyorsa bunlar Kur'an ve sünnete geçen emir ve yasaklarla açıkça ihtilaf halinde değilse; bu örf İslam hukukunda onaylanmalıdır.
Not: İslam dünyasında düşünce sorunları kitabından kısmen yararlanılmıştır.