Kürt sorununda çözümün yeniden savaş alanlarına terk edilmesiyle AKP hükümeti, muhalefetin tüm dinamiklerini “terör” ya da “iç ve dış düşman” olarak gösterma çabasında. Muhalefet ise iktidarın bu politikalarına karşı durmak yerine, denge tutturmaya çalışmakla eleştiriliyor. 2016 yılında dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek veren, savaş tezkerelerine “evet” diyen Meclis içi muhalefetin bugün nasıl bir yol ve politika izlemesi gerektiği konusunda çokça ses var.
Bu konudaki önerilerini dile getirilen isimlerden biri olan Siyaset Bilimci akademisyen Nur Betül Çelik'e göre; muhalefetin samimiyetle bir ittifak oluşturmaları gerekiyor, hem Meclis’te hem de yurttaşların ittifakıyla.
AKP için “artık tamamen çıplak” diyen Çelik, iktidarın siyasal iletişimdeki evrilen sürecini, HDP’yi, muhalefetin tutumunu ve bundan sorası için ne yapılması gerektiğini anlattı.
- İktidar, kendisine karşı tüm argümanları, yapıları “terör” kavramıyla ilişkilendiriyor. En son bu kavram üzerinden HDP’nin kapatılması gündeme getirildi. Yaşananlar neyi gösteriyor?
Genel kanı, iktidarın bir tür siyasal iletişim stratejisi olduğu. Kendi seçmenini konsolide etmek gibi amaçlarla kutuplaştırmaya başvurarak toplumun bir kesimini diğerine karşı düşmanlaştırmak ve kendi seçmenini bir arada sağlam tutmak amacı güttüğü ifade ediliyor. Bunda bir sertleşme eğilimi sezildiği zaman da özellikle yapılan anketlere bağlı olarak iktidarın giderek zayıfladığını, seçmenin konsolide etme ihtiyacı her geçen gün belirginlik kazandığı söyleniyor. Elbette bunların doğruluk payı var ama ben iktidarın bunu yapmasını yeni bir şey olduğunu düşünmüyorum. İktidar daha farklı kesimlere de saldırarak onları karşısına ve düşmanlaştırıcı dil şu anda sanki daha yaygın görülüyor ve çok dikkat çekiyor. İktidar, en başından beri zaten bunu stratejiyi çok ustalıkla kullanıyordu. Kimi zaman ittifakalar yaratmak, bu ittifakları bir arada tutmak, bunlar üzerinde siyasi hedeflerini gerçekleştirebilecek bir zemin yaratma konusunda iyi strateji kullandıklarını gördük.
Erdoğan’ın karizmatik bir lider olarak inşa edilen bir figür olduğunu düşünüyorum ve kitleyi onun etrafında tutmak ve siyasal hedefleri gerçekleştirmek daha kolaydı. Şimdi ise şöyle bir şey var; eksiden üstü örtülü daha sofistike, belki biraz daha göze batmayan stratejiler kullanıyorlardı. Buna da meyleden bir siyasal ortam vardı. Kendilerine özellikle ülkeyi demokratikleştirecekleri, barış konusunda bir gerçekçi ve sağlam bir adım atabilecekleri konusunda genel bir güven yaratmayı başarmışlardı. Şimdi bu güven tamamen dağıldı. İktidarına artık çok çıplak biçimde otoriterliğini sergilediği bir döneme geçtik. Onun için bu düşmanlaştırıcı dil yanında başka onu zayıflatacak, gizleyecek, daha sofistike hale getirecek herhangi başka bir strateji kalmayınca göz göre yalan söylüyorlar ve artık yalanı bir strateji olarak kullanıyorlar. ‘Ben her türlü yalanı söylerim ama gene de seçmenin bana inanmaya devam eder’ diye düşünüyorlar. Aslına bakarsanız düşmanlaştırıcı dilin başvurduğu pek çok metaforun içi boş ve hatta saçma. Gülünç derecede inandırıcılıktan yoksun. ‘Bizden önce bardak yoktu’ diyebilecek hale kadar geldiler. İnanılmaz derecede çıplak, örtüsüz. Bu kadar açıkta, garip bir strateji. Aynı şeyi Trump da yapıyordu. Sağ popülist liderler, o durum. Sadece liderler değil, liderlerin arkasındaki parti ve örgüt de kendini silikleştirerek ve lideri öne çıkararak bu tür stratejiyi destekliyor ve kullanıyor.
'ONLAR OY KAYBEDİYOR AMA MUHALEFET KAZANMIYOR, BULUNDUKLARI YERİ KORUYORLAR'
- Çıplak ve örtüsüz dediğiniz stratejiye neden ihtiyaç duyuyorlar?
İşler iyiye gitmiyor. Sadece seçmen açısından değil. Evet, oy kaybediyorlar ama onlar oy kaybederken muhalefet kazanmıyor. Kendi bulundukları yeri koruyorlar. Ciddi bir oy kayması görünmüyor. Kamuoyu yoklamalarının yeterince güvenilir olmadığından dolayı da olabilir. İnsanlar sorulara cevap verirken korkuyor. Aslında bakarsanız bu kadar başarısız bir iktidarın çoktan oy desteğini kaybetmiş olması beklenirdi normal koşullarda. Bundan 20 yıl önce, böyle bir şey olsaydı -ki ANAP kayboldu bir anda. Türkiye’ye damgasını vurmuş bir parti olan ANAP, pat diye yok oldu. Yine DSP öyle oldu, iktidardayken bir anda oyları hiçlendi. Yani bütün bunları düşünürseniz aslında Türkiye’de de beklenen o olmalıydı ama işler çok kötü gidiyor. Sanıyorum iktidar şu anda Türkiye’yi yönetmediğini iyi biliyor.
- Neyi yönetiyorlar o zaman?
Ülke yönetimine soyunmuş gibi görünüyorlar ama bence asıl mesele ülke yönetme değil. Hiçbir iktidar ipin ucunu bu kadar kaçırmazdı. Bunlar kendi bekalarını ve geleceklerini kurtarma peşindeler. Devlet aygıtı partiyle o kadar özdeş hale geldi ki, artık siyasal parti ile devlet arasında herhangi bir sınır neredeyse kalmadı, örtüştürdüler, bunu başardılar. Hakikaten bir parti devlet görünümünde. Devlet diye bir şey kalmadı. Sonuçta devlet bir aygıt ve bunu ayakta tutan birkaç kurum var. Bilindik bir devlet yapılanması vardı Türkiye’de ama şu anda böyle bir devlet yok. Artık askıya alınmış bir hukuk var. Böyle bir koşulda birilerinin yönettiğini söylemek, abesle iştigal etmektir. Ortada yönetmekten bahsedebilmek için bir örgütlenme, o örgütlenmenin çerçevesini çizen bir hukuk, normal ve normlarında herkesin rıza gösterdiği normlar olması gerekir ki işleyebilsin. Benim düşüncem, bunlar yönetmekten çoktan vazgeçtikleri, zaten yönetemedikleri bu anlama işlerin kötüye gittiği ama gücü de terk etmeme arzusu çok güçlü olduğu içinde orada kalmak istiyorlar. Ellerinde kalan tek şey insanları kutuplaştırmak, düşmanlaştırmak ve yaftalamak.
'MUHALEFETİMİZ ÇOK GEÇ UYANDI'
- HDP’nin kapatılma gündemine ilişkin Meclis içi muhalefetin 2016 yılındaki sürece benzer bir destek vermeyeceği parti yetkilileri tarafından açıklandı. Bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok geç uyandılar, çok geç. Gerçekten o kadar geç ki yani bu ülkede azıcık vatansever duyguyla büyümüşseniz her gün yapılanlara içinizin acımaması mümkün değil. Ben kendi adıma o kadar üzülüyorum ki. Mesela çevre katliamları, kültürel varlıkların uğradığı tahribat, yani insan hakları ihlalleri, kültürel yozlaşma, toplumsal olarak artık kimsenin yüzüne bakamaz hale gelmesi… O kadar gecikti ki muhalefet. Türkiye’nin şöyle bir handikabı var ve hep oldu; Türkiye’de siyaseti sadece Meclis’te ve sadece siyasi partilerin tekelinde olan bir şey olarak gördük. Seçimden seçime sözü olan insanlar olduk yani yurttaş olamadık. Gerçekten yurttaş olabilseydik başka bir şey olurdu. Yani muhalefeti itecek bir güç olurdu. Halkın bir denetleyici gücü vardır. Biz maalesef yurttaşlar topluluğu olmayı başaramadık. Bunu başaramamamız için de elbette ekonomik olarak ve yaşadığımız her türlü baskı etkili oldu ama yurttaş olamadık. Ben muhalefetteki milletvekillerinin her birini suçlamak istemiyorum ama her birinin kendi ajandası var. Meclis’e gittiklerinde siyasal partilerinin kendilerine çizdikleri çerçevelerden kolay kolay çıkmayan, iktidar ile kurulan çıkarlar… Evet, bizim muhalefetimizi çok geç uyandı ya da uyanmış gibi görünüyor. Bundan da emin olamıyorum açıkçası. Ülke elimizden gidiyor yahu. Şimdi uyanmış bir muhalefet ne işe yarayacak bilemiyorum. Bakın dokunulmazlıkları ilk kaldırdıklarında, doğru düzgün muhalefet olsalardı, o zaman oy vermezlerdi. O dönemde “evet” diyenler, bugün fezlekelere “hayır” derseler ne olacak yani.
- Bu geç kalmışlık telafi edilebilir mi?
Eğer samimilerse ve bu gerçek bir uyanma ise bu da olumlu. Hiç değilse bundan sonra bir şey yapsınlar. Gerçekten samimiyetle bir ittifak oluşturmaları gerekiyor. Hem Meclis’te hem de yurttaşların ittifakıyla olmalı. Bu ittifakın sadece Meclis’te birilerinin oy kullanmasıyla bir şey başarabileceği durumu çoktan aştı. Yani mesele elini kaldır ya evet ya da hayır deme meselesi değil. Bunu aşan çok ciddi bir dönüşüm sorunumuz var. Ülke öyle bir dönüştürüldü ki şahtı şahpaz oldu. Ben çocukluğumdan beri siyasal sorunların bitmediği, sürekli çatışmalı, problemli, sürekli Türkiye’nin kurtarılması gündemiyle bir ülke de yaşadım. Çünkü sorunlar çözümsüz olduğu ülkelerde, insanlar sürekli politika konuşmaya başlarlar. Ama politika konuşmak politika yapmak anlamına gelmiyor. Böyle olduğu için de gerçekten politika yapmaya çalışanlar, ciddi baskılara maruz kalıyor, hapsediliyor ve ciddi işkencelere uğruyor. Bunun için bu ülkenin tarihi hem işkenceler tarihi hem korkunç baskılar tarihi hem de yok edilmiş muhalif seslerin tarihi. Bu ülke hep böyle bir ülke oldu ama şimdi daha da beter bir durum yaşıyoruz ki o da açık bir faşizme doğru itildik. Ve şimdi buna karşı, hep birlikte ve yeniden ülkeyi inşa etmek için bir araya gelmezsek, iyice geç olacak. Şimdi zamanı. Geç kaldık ama zararın neresinden dönersek kardır. Yani mazeretler üreterek falan değil. Yok işte seçmenimiz onu istemiyor, yok adı Pervin Buldan ile anıldığı zaman bir felaket olmuş gibi. Bu ne yahu! Bu nasıl bir muhalefet anlayışıdır. Buradan nasıl bir ittifak kurulabilir, insan ürküyor gerçekten ama başka çareleri yok. Maden uyanmışlarsa samimi olarak bir araya gelmeliler.
- HDP’nin kapatılmak istenmesi ne anlama geliyor?
Türkiye’nin kaybı. Türkiye’de meşru olarak kurulmuş, örgütlenmiş ve Türkiye’de demokratikleşme, sadece Kürt seçmenin temsil eden değil, 6 milyon insanı seçmen olarak toparlayabilmiş ve aynı zamanda da oy vermediği halde sempati duyulan bir parti. Meşru bir siyasal partiyi kapatmak, sonuçları itibariyle daha vahim. Biz demokratik bir ülke olmanın eşiğinden döndük ve demokratik ülke olamadık. Gerçekten bu ülkede demokrasiye duyulan bir umut vardı, şimdi bu umudu da elimizden aldılar. O nedenle demokratikleşme çok ciddi bir ihtiyaç ve HDP’nin kapatılması demek bu umudun hiçbir şekilde yeşermeyeceği anlamına geliyor. Ondan sonra bu toplum bir daha ayağa kalkamaz. HDP’nin kapatılması Türkiye için iplerin çekilmesi anlamına gelir.
- Bir yazınızda, “İktidarı bilmem ama muhalefetin yeni bir anayasadan önce eşitliği hedefleyen bir eylem planıyla karşımıza çıkabilmesini dilerim” diyorsunuz? Muhalefetten tam olarak neyi bekliyorsunuz?
Aslında bizim yürüttüğümüz bir atölye vardı. O atölyede eleştiri üzerine yeniden düşünmek başlıklı bir atölye. Burada tartışırken, kavramın tarihçesine baktık. Dönemler içinde nasıl bir evrim geçirdi, ne zaman hangi anlamda kullanıldı. Temel şuydu; eleştiriye ihtiyacımız olduğu bir momenteyiz ama bu niye şimdi ve nasıl bir eleştiri olmalı. Bunun üzerine düşünürken geriye dönük tarihine baktığımızda kavramın, alıntıyı yaptığınız yazıda da söz etmiştim. Eleştirel gelenek deyince hemen aklımıza gelen Frankfurt Okulu var. Almanya’da Nazi iktidarı sırasında özellikle çalışmalarını yürütmeye başlamış, Marksist içerikli araştırmalar yapan bir yer. Fakat sonra yapısı değişiyor. Özellikle Nazi Almanyası döneminde bu geleneksel teorinin eksiklerine karşı da yeni bir eleştirel teori nasıl olabilirin altyapısını kurmaya çalışıyorlar. Bunu yaparlarken kendileri üzerlerindeki faşizmin baskısı onların Almanya’dan Amerika’ya göç etmesine neden oluyor. Almanya’dan Amerika’ya gittikten sonra mesela bir otoriter kişilik araştırması yapıyor Adorno. Niçin faşizm yaygınlaşıyor, nasıl bir kişilik tipi yaratarak yaygınlaşıyor?
Bizim burada da sorgulamamız gereken şey budur. Diyelim ki muhalefeti örgütledik, hakikaten fezlekelerden, fezleke oylamalarından başlayarak, muhalefette demokratik ittifak oluşturma yolunda emin adımlarla ilerledik. Diyelim ki iktidar değişti. Bu yaratılan toplumsal sorunların ve ortaya çıkan bu çöküntünün yeni bir insan tipi var, bu insan tipinin dönüşümünün nasıl sağlanacağı problemi çok ciddi. İktidarın el değiştirmesinden sonrası gerçek anlamda yeniden yapılanma süreci ve tekrar düşünülmesi gereken bir süreç. Muhalefete düşen aslında işlerden bir tanesi de bu. Öylesine eşitsiz bir toplum yaratılmış durumdaki tıpkı o zaman Almanya’da yaratıldığı gibi. Yani bu düşünürlerin derdi o. Tarihin gördüğü görebileceği en büyük soykırımlardan birini yaşıyorlar. 6 milyon Yahudi’nin toplama kamplarında sabun haline getirildiği, yakılarak öldürüldüğü bir dönem yaşamışlar. Bunun dışında adı geçmeyen çingeneler ve birçok etkin grup var. Bütün bunlar çok ciddi bir kırılma. Orada düşünürlerin söylediği şey, artık eleştiri yani felsefe geç kaldı, tıpkı bizim şimdiki muhalefetimiz gibi.
'MUHALEFETİN BİR ARAYA GELMESİ GEREKİYOR'
Biz de şimdi diyoruz ki hem muhalefete hem felsefeye görev düşüyor. Evet, hep beraber düşünmek zorundayız tekrar. Muhalefet anayasa yapayım, parlamenter düzeni yeniden inşa edeyim demeden önce, bu yaratılan toplumsal eşitsizlikleri düşünmeliyiz. Büyük yarıklar oluşturdular insanlar arasında. Çok ciddi eşitsizlikler var. Bütün bunların nasıl giderileceği üzerinden bir araya gelinmeli. Toplumsal olarak yaraları sarma, eşitsizlikleri giderme daha eşitlik temelli eylem planı oluşturma konusunda asıl olarak bir araya gelmeleri gerekecek. Demokrasi istiyorsak ancak böyle bir eşitlik üzerinden kurulabilir. Bu da eşitliği insanlar, aynı şeye sahip olma gibi anlıyorlar. Hayır, bu değil, ben eşitlik istediğim zaman bir kadın olarak erkekle aynı haklara sahip olmayı istiyorum. Bedensel olarak bir eşitlik talebim yok. Burada kadın olarak kalarak eşit olmak istiyorum. Aynı şeyi herkes için istiyorum, sadece kendim için değil. Her kimlik her grup için. Bunun için bir eylem planı gerektiğini düşünüyorum. Bunu düşünmenin zamanı. Burada da geç kalırsak, Türkiye diye bir şey kalmayacak. Çok umutsuz görünüyor bu ama aynı zamanda tam da sırası. Bir araya gelmeyi başarır ve bu sorunları doğru saptayabilirsek, herkesle konuşarak, insanların dertlerin duyarak, birlikte çözüm arayarak yapılabilecek bir şey. Bunun için bir araya gelmesi gerekiyor muhalefetin.
- Kemalist Hegemonya üzerine çalışmanız halen günceliğini koruyor. Kemalizm’in karşısında konumlandığını ileri süren AKP artık hegemon güç olarak tanımlanabilir mi? Tanımlanamıyorsak, tahakküm biçimi nedir?
Kullandığım hegemonya kavramı Gramsci’nin hegemonya kavramı üzerinde yapılandırılmış ama biraz onu dönüştürmüş olan kavramdı. Türkiye üzerinde konuşurken tam Chantal Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabında geliştirdiği bir kavramdan bahsediyorum. Ondan biraz farklılaştırmış olabilirim. Sonuçta her kavram sonuçta bir yere uyarlanamaz. Baktığınız şey kavramı aslında dönüştürür ve yeniden yaratır. Kemalizm üzerinde aslında şöyle bir tartışma yapılıyor. İşte Kemalizmin bir hegemonik olmadığı, Gramsci anlamında rıza üretimini sağlayamadığı, üst yapı devrimi olarak kaldığı ama gerekli örgütlemeyi sağlayamadığı için toplumu kendisine ikna edemedi gibi bir iddia var. Buradan biraz daha pozitif bir yerden bakılıyor. Hegemonyayı onun kendisini olumlamak, bir iktidarı olumlamak, onun ürettiği rızanın tamamen pozitif bir rıza olması üzerinden kurulan bir tez. Ben öyle düşünmedim.
Aslında Kemalizm’e karşı hareket etmiş tüm akımların Türkiye’de Kemalizm’i hedef alanların dahil olmak üzere aslında onu hegemonik hale getirdiklerini düşündüm. Yani muhalefet ederken kullandığınız dil mesela. Şimdi, AKP bir dil yaratıyor ve muhalefet o dilin içine çekiliyor ve onu yeniden ürettikçe AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmış oluyor. Aslında muhalefet ettiğini zannederken, o iktidarı güçlendirmiş oluyor. Yani Kemalizm hiçbir şey yapmadan, kendine bir muhalefet yaratarak, negatif bir yerden kendi hegemonyasını inşa ettiğini düşündüm. Ama birden fazla Kemalizm olduğunu varsayıyorum. Ben Kemalizm’in Tanzimat’tan beri şekillenmiş ve çeşitlenerek, Türkiye’de bir damara dönüşmüş belli bir ideolojik yapı gibi düşündüm. Hep belli bir şeyin etrafından dönen, bir yerde farklı bir formuyla karşılaşıyorsunuz ama bir başka yerden oradan şekillenip bambaşka daha esnek, çoğul bu anlamda da kendisinden çok fazla şey çıkmasına müsait bir oluşum. Benim hegemonya diye gördüğüm şey bu aslında. Yani böyle bir çoğullaştırma, kendini çoğullaştırma, kendini yeniden bir başka yerde üretebilme potansiyeli aslında. Kemalizm’de böyle bir çoğunluk var. Kemalizm olumlu-olumsuz olarak değil tamamen bir saptama olarak söylüyorum.
Şimdi gelişen şey modernleşme ihtiyacı. Türkiye geç modernleşen bir ülke. Osmanlı’dan itibaren geç kapitaleşme, bu anlamda sınıfların yer edinmemesi, sınıfsal üretim ilişkilerinin yeterince oluşmaması nedeniyle sorunlar var. Tüm bunları bir araya getirdiğinizde modernleşme ihtiyacı, kapitalistleşme arzusu, ülkenin kapitalist siteme entegre edilme arzusu oluşuyor. Osmanlı’nın tüm reform hareketlerinde sezilen bir şey. Bunu nasıl yaparız konusunda üstten bir aydın tabakasının uzun zaman düşündüğü bir şey. Oradan yayılan bir dil var. Bir ara halkı keşfetmişler, altı okta halkçılık olmuş. Bir halk inşası ihtiyacı var. Kemalizmin dilinde halk bir şey ama bu Demokrat Parti için de halk inşa edilmesi gereken bir şey. Birbirlerine eklemlenmişler yani. Muhalif gibi görünen tümüyle aslında anti-Kemalist görünen akımlar bile bazı kavramlarda eklemleniyor. Mesele devletçilikte eklemleniyorlar. Bunların farklı farkı düğüm noktalarına birleştikleri ve çoğalttıkları Kemalizmi bu anlamda hegemonik hale getirdikleri kanısındaydım. Ta ki 1980’e gelinceye kadar. 1980 sonrası bunun dağıldığını düşündüm. Bunun nedeni de özellikle sadece CHP’nin kendi resmî ideolojisi haline getirdiği bir Kemalizm haline gelmeye başlamıştı. İzole edilerek. Muhalif olmaktan ziyade bir partinin kimliğini belirleyen, dar anlamda ideolojik kimliğe dönüşmeye başlamıştı.
AKP, Kemalizm gibi hegemonik bir şeye sahip değil. AKP otoriter, iktidar. AKP’nin en büyük sorunu yakın zamana kadar üniversiteleri ele geçirememekti. Bunun için yani hegemonik olabilmek için çok çaba harcadılar. Buna ihtiyaçları vardı. Ama gelinen aşamada asla hegemonik olamadığı ortada olan bir parti. Tartışmaya açık bir konu tabi.
'AKP'YE BAĞIMLI, SADAKATİ SATIN ALINMIŞ KİTLE YARATMA STRATEJİSİ OLUŞTURDULAR'
- Kemalizm, kendisine tehdit oluşturan alternatifler karşısında belli konumlanmalar aldı. AKP kendisine tehdit olarak gördükleri karşısında nasıl bir pozisyon alıyor?
Aldı muhtemelen. Böyle birtakım ağlarla kurulmuş ama özellikle yoksullaştırma strateji üzerinden şekillendirilmiş bir AKP’ye bağımlı, sadakati satın alınmış kitle yaratma stratejisini yarattılar. Sürekli suçlayan, marjinalleştiren, ötekileştiren hep kimlik vurgusu üzerinden ilerleyen, sizi kimliğinizden yakalayarak bir yere hapseden ve vuran bir dil. Yani kadınsanız eksiklisiniz, Kürt iseniz zaten “teröre” yatkınsınız. Kürt olmak “doğuştan terörist olmak” gibi bir şey onlar için. Ve bu ülkede hakikaten insanlar bir kısmı buna inandırıldı. Kendi dilini konuşamayan, kendi etnik kökeniyle ilgili açık açık hiçbir yerde konuşamayan insanlar var bu ülkede. Bunu açıkça söylemek bir cesarete dönüşmüş. Şu an yine oraya doğru gidiyoruz. AKP’den önce de öyleydi. Genç olmak bu ülkede suçlu olmak demekti. Kadın, LGBTİ olmak, gökkuşağının yasaklandığı bir ülkedeyiz.
- AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Avrupa fonlarıyla hazırlanan “İnsan Hakları Eylem Planı”nı açıklarken, “Her gördüğümüz çiçeğe su vermeyeceğiz” dedi. Bu ifadeyi nasıl okumak gerekiyor?
O zaman insan hakları diye bir şey yok. Çünkü İnsan birdir. İnsan soyut aynı zamanda genel bir kavram. Bir bütüne işaret ediyor. Herhangi bir şahıs, kimlik, sınıf ve ayrımlaştırma için kullanabileceğiniz bir sınırın henüz işlemediği bir kavram. İnsan, öylesine bir kavram ki, içinde hiçbir sınır neredeyse yok gibi. Herkesi kapsıyor. Bunu suladım, sulamadım, onu sulayacağım… O zaman sadece insan olmaya layık gördükleri bir grup var. Diğerlerini insan olmaktan çıkarıyor. İnsan hakları demenin anlamı yok ki. AKP seçmeni hakları deyin olsun bitsin. Kimi kandırıyoruz. AB yakında bizim için bir karar açıklayacak, bunun için mi yapıyorsunuz bunları. Yapmayın. İhtiyacımız yok. Daha dün insan eylem planı açıklıyorsun ama kadınlar Taksim’de yürüyemiyor. Boş verin yok hükmündedir.
MA / Selman Güzelyüz