GÜNDEM

Hâkim/Savcı Tutuklamalarına İlişkin Turan ve Diğerleri / Türkiye Kararı: Ne şiş ne kebap!

Oktay Bahadır, AİHM'in 427 hakim ve savcının özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiği yönündeki kararını, kazanım ve eksiklikleriyle birlikte ele aldı.

Abone Ol

AİHM, 15 Temmuz sonrası Kanun Hükmünde Kararname ile görevden uzaklaştırılan 427 hakim ve savcının özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiği yönünde karar verdi.

Davayı açan İnsan Hakları Hukukçusu Oktay Bahadır, AİHM'in bu kararının detaylarına dair bir değerlendirme kaleme aldı:

"Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), dün (23 Kasım 2021) açıkladığı Turan ve Diğerleri kararında, 427 hâkim ve savcının darbe girişimi sonrası tutuklanmasına ilişkin olarak özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiğine (AİHS m. 5/1) hükmetti. Başvuruculara 5.000 Euro manevi tazminat ve yargılama gideri ödenmesine karar verdi.

Böylece daha önce karara bağladığı Alpaslan Altan, Hakan Baş ve Erdal Tercan başvurularında olduğu gibi, 427 hâkim/savcının tutuklanmasında suçüstü halinin bulunmadığını bir kez daha tespit etmiş oldu. Kararın 84 ila 96 paragraflarında, “suçüstü” kavramının öngörülebilir olmadığı, dolayısıyla tutuklamaların “hakimlik teminatına” aykırı olarak yapıldığı net ifadelerle vurgulanmıştır.

Özetle; tutukluluğun kanunilik şartını taşımadığı ve hakimlik teminatına aykırı olduğuna dair önceki kararlardaki güçlü tespitlere, bu kararda da yer verilmiştir. Dolayısıyla kararla, tutuklamanın yasal olmadığına dair yaklaşım konsolide edilmiş oldu.

Ancak AİHM, tutuklamanın kanuna aykırılığı tespitini yeterli bularak tutuklama şartı olan “kuvvetli şüphenin” bulunup olmadığını inceleye gerek görmemiştir. Kamuoyunda; en azından Altan, Baş ve Tercan kararında olduğu gibi, tutuklamaların “makul şüphe” bulunmaksızın yapıldığı gerekçesiyle de ihlal kararı verileceği yönünde beklenti mevcuttu. Ancak bu karar, daha kapsamlı şikayetler içermesine rağmen, ihlal tespiti açısından büyük ölçüde önceki kararların gerisinde kalmıştır.

Ayrıca, AİHM’in başvuruları birleştirerek inceleme uygulamasından vaz geçmesi gerekir. Bu uygulama ile hem bireyselleştirmeden uzak format karar verilmiş, hem de çok ciddi şikayetler göz ardı edilmiş oldu.

Yargıç Egidijus Kūris'in ifadesiyle, “Eğer sadece 2 hâkim/savcı haksız tutuklanmış olsaydı, her şikayetleri incelenecekti. Ancak 427 hâkim/savcı haksız tutuklanınca ‘kusura bakmayın ama doluyuz’ denmek zorunda kalınıyor”. Kūris’e göre, diğer şikayetler hakkında karar vermemek, Türkiye’nin bu konularda iç hukukta veya uygulamada önlem ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.

İnceleme dışı bırakma uygulamasına dair yargıçlar, Mahkeme’nin koruma sisteminin devamı açısından “zorunlu olarak katıldıklarını”, daha önce örneği olmayan mevcut durumun, Mahkeme’yi “aşırı iş yükü altına bırakıp onu işlevsiz kılabileceğini” ifade etmişler.

Yargıç Kūris’in ifadesiyle bu uygulama, diğer şikayetlerin “önemli ihlaller olmadığı” algısına neden olmakta ve devletlere “büyük çaplı ihlal yaparsanız sorumluluktan kurtulabilirsiniz” mesajı vermektedir. OHAL rejiminin sadece Türk hukuk sistemini çökertmekle kalmadığını, AİHM’i de ciddi oranda sarstığını söyleyebiliriz.

Eleştirilen bir diğer konu da tazminat miktarının azlığıdır. AİHM, temel görevinin, başvuranların tüm zararlarını ayrıntılı bir şekilde tazmin etmekten ziyade, Avrupa çapında insan hakları standartlarını belirleyen kararlar vermek suretiyle insan haklarına saygı gösterilmesini sağlamak olduğunu ifade etmiştir.

AİHM, elbette ki bir iş ya da ticaret mahkemesi değildir. Temel işlevi insan hakları standartlarının yükseltilmesidir. Ancak, hükmedilen miktarın adil bir tazmin sağlamaktan uzak olduğu ve önceki emsallerine göre oldukça düşük olduğu açıktır.

Diğer taraftan, tazminat miktarının azlığı eleştirilebilir olsa da, daha önemlisi ihlal kararının çıkmış olmasıdır ve bu tespitte kullanılan ifadelerin ağırlığıdır. İhlalin tespit edilmiş olması, başvurucular için başlı başına bir kazanımdır. Kişinin haksızlığa uğradığını uluslararası bir mahkeme önünde ispatlaması, çok önemli bir manevi tatmindir.

Mahkeme, ayrıca, somut başvurunun ihraç başvurusu değil, tutukluluk başvurusu olduğunu, bu nedenle mahrum kalınan gelirin maddi tazminat olarak istenemeyeceğini ifade etmiştir. Mefhumu muhalifinden ihraç başvurularında maddi tazminata da hükmedeceği mesajı çıkarılabilir.
AİHM önünde yaklaşık 1.300 civarında hükümete komünike yani tebliğ edilmiş hâkim/savcılar hakkında haksız tutukluluğa dair başvuru bulunmaktaydı. Dün itibariyle 427 kişi hakkındaki başvuru, karara bağlanmış oldu. Yaklaşık 840 kişi hakkındaki başvurunun da önümüzdeki yıl içerisinde benzer bir sonuçla karara bağlanacağını ve dolayısıyla aynı nitelikteki ihlal kararlarının devam edeceğini öngörmek mümkün.


15 Temmuz sonrasında tutuklanan yargı mensubu sayısı toplamda 2.500-3.000 bin civarındadır. Hâkim/savcıların ancak yarısının hukuk yollarını sonuna kadar takip ettiği ya da edebildiği görülüyor. Ancak bu karar, sadece başvuru yapanların değil, tüm hâkim ve savcıların haksız tutuklandıklarını ortaya koymuştur. Zira hepsi aynı koşullarda ve aynı şekilde tutuklanmıştır.

Başvurucu hâkim ve savcılar, “FETÖ/PDY” üyesi oldukları gerekçesiyle, darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hâl kapsamında alınan tedbirlere ilişkin 667 sayılı KHK ile görevden alınmışlardı. Türk hükümetinin, görevden alınan hâkim ve savcıların "örgüt bağlantılı" olmaları nedeniyle “suçüstü hali” bulunduğu argümanı AİHM tarafından kabul görmemiştir. Dolayısıyla, usul hükümlerine uyulmadan verilen meslekten çıkarma ve mahkûmiyet kararlarının da hukuki dayanağının bulunmadığı sonucunu çıkarmak mümkündür.

Hâkim güvencesine sahip kişileri bile hukuki korumdan yararlandırmayan, keyfi bir şekilde tutuklayan bir yargı sisteminde, sıradan vatandaş için herhangi bir güvenceden bahsetmek maalesef mümkün gözükmüyor.

Bu karar, binlerce hâkim/savcının yasalar ve anayasa ile tanınan mesleki güvenceleri hiçe sayılarak tutuklandığının açık bir göstergesidir. Dolayısıyla, devamında da görevsiz ve yetkisiz mahkemelerce yargılandıkları anlamına gelir. Böylece, soruşturma ve kovuşturma aşamasındaki çok önemli bir usulü eksiklik AİHM kararıyla ortaya konulmuştur. Bu durumun yerel mahkemeler ve üst dereceli mahkemeler tarafından dikkate alınması gerekir.

Benzer şekilde, makul şüphe olmaksızın tutuklanan kişiler, eğer sonrasında aynı delil durumu ile mahkûm edilmişlerse, mahkumiyetinde hukuka aykırı olduğuna işaret eder. Şöyle ki, eğer bir delil durumu tutuklamaya yeterli değilse, aynı delil standardının mahkûmiyet için yeterli olması mümkün değildir. Zira, tutuklama için “makul şüphe”, hatta iç hukuka göre “kuvvetli şüphe” gerekli iken, mahkûmiyet için her türlü şüpheden uzak kesin kanaat gereklidir.

Buna karşın, hâkim ve savcılar hiçbir delil olmaksızın tutuklanmışlardır. Bu karar, AİHM’in Altan, Baş, Tercan ve yeni kesinleşen Akgün kararıyla birlikte değerlendirildiğinde, sonradan bazı kişilerin dosyasına eklenen Bylock iddiası da, tutuklamaların haksızlığı sonucu değiştirmeyecektir.

Bütün başvurucular, doğal olarak Anayasa Mahkemesi (AYM) dahil, tüm iç hukuk yollarını tükettikten sonra AİHM’e başvurmuşlardır. AYM’nin verdiği yüzeysel kabul edilemezlik kararları nedeniyle sorunun iç hukukta çözülme şansı yitirilmiştir. Bu kararla, etkinliği daha da sorgulanır hale gelen AYM’nin içtihatlarını AİHM’le uyumlu hale getirmesi, aksi durumda ise AİHM’in AYM’yi “baraj olarak” kullanma pratiğinden vaz geçmesi gerekir.

Bu kararla tespit edilen haksız tutuklamalar, TCK’nın 77. maddesinde yer alan “insanlığa karşı suçun” bir unsuru olan "belli bir planın icrası" kapsamında değerlendirilebilir. Zira karar, sistematik ve toplu tutuklamaların uluslararası yargı organınca tescili olarak yorumlanabilir. Darbe girişiminin sabahında, Türkiye’nin en ücra köşesinde görev yapan hâkim savcılar dahi, darbe bahane edilerek gözaltına alınmışlardır. Olayla hiçbir ilgileri olmadığı bilindiği halde, fişlemeye dayalı listelerde yer alanlar, ulusal ve uluslararası hukuk hiçe sayılarak tutuklanmıştır.

Ezcümle, AİHM tarihinde ilk kez yüzlerce hâkim/savcı hakkında aynı anda ihlal kararı verilmesi başvurucular açısından bir kazanım, ihlal tespitindeki ve tazminat miktarındaki eksiklikler ise AİHM açısından önemli bir prestij kaybı olarak değerlendirilebilir. Başvurucuların üç ay içerisinde Büyük Daire’ye taşıma talebinde bulunmaları, söz konusu eksikliklerin giderilmesi adına iyi bir fırsat sunabilir."