Sol Parti Eşbaşkanı Janine Wissler ile Almanya’da 26 Eylül 2021’de yapılacak Federal Parlamento Seçimleri öncesinde partisinin Türkiye ile ilişkilere dair programını, ırkçılığı ve iç tartışmalarını konuştu. Wissler, Türkiye'nin bir faşist diktatörlük olmak yolunda ilerlediğini dile getirirken, "Türkiye’de elbette hâlâ bir parlamento var ama ne kadar milletvekilinin tutuklandığını, ne kadar belediye başkanının görevden alınıp hapse konulduğunu da biliyoruz" dedi.

Yeni Özgür Politika'dan Osman Oğuz'a konuşan Wissler'in cevapları şöyle:

Almanya Federal Hükümeti, Erdoğan’ı destekliyor mu sizce?

Evet. Almanya’dan Türkiye’ye büyük bir silah ticareti ve Erdoğan ile şu korkunç mülteci anlaşması var. Türkiye, Almanya’nın ayrıca NATO partneri. Bu açılardan Erdoğan’ın -kısmen aktif- desteklendiğini söyleyebilirim. Son yıllarda bu fotoğraflar azalmış olabilir ama Merkel’in Erdoğan’la futbol maçı izlediği, ne bileyim güvercin uçurduğu fotoğrafları da unutmamak lazım.

Türkiye’ye yönelik basın özgürlüğüne, muhaliflere yaklaşıma ilişkin eleştiriler, darbe girişiminden sonra da başlamadı; öncesinden beri vardı. Dolayısıyla Erdoğan’ın onaylanmasının bir sorun olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de, Erdoğan rejimi bağlamında, artık faşist bir diktatörlükten söz edilebileceğini düşünüyor musunuz?

Bu süreç henüz sonuca ermemiştir. Ne iyi ki, Türkiye’de halen demokratik güçler var. Türkiye’nin şimdi, bugün bir faşist diktatörlük olduğunu söyleyemem ama bunu isteyen odaklar daha güçlü hâle geldi. Böyle süreçler de zaten çoğunlukla bir anda gelişmiyor. Darbe girişimi de, son yıllarda yaptıkları da Erdoğan’ın iktidarını sağlamlaştırmasına ve muhalefeti zayıflatmasına katkı sundu. Türkiye’de elbette hâlâ bir parlamento var ama ne kadar milletvekilinin tutuklandığını, ne kadar belediye başkanının görevden alınıp hapse konulduğunu da biliyoruz.

Şöyle söyleyeyim: Türkiye, bir faşist diktatörlük olmak yolunda ilerliyor ya da bu tehdit var.

Bu söyledikleriniz, mesela Türkiye’de demokrasinin zarar görüyor olması, Avrupa Birliği ya da Almanya’nın Türkiye siyasetinde de bir rol oynuyor, önemseniyor mu?

Elbette çok az. Bir örnek vereyim: Almanya’dan hâlâ Kürtler, Türkiye’ye sınırdışı ediliyor. Bu, gerçekten dramatik; çünkü onlardan birçoğunun Türkiye’de takibat tehdidi altında olduğunu biliyoruz. Bu, işin bir tarafı. Diğer taraftan korkunç mülteci anlaşması hâlâ yürürlükte. Askeri birliktelik ve silah ihracatı da devam ediyor.

Ben, mülteci anlaşmasından da dolayı, açık konuşulduğunu düşünmüyorum. Erdoğan’ın muhalefete yaptıkları da, Kürtlere karşı yürüttüğü savaş da aslında biliniyor; DAİŞ’i de doğrudan destekliyor. Türkiye, mesela Libya’ya silah sattı ve tek başına bu bile silah satışının durdurulması için bir gerekçe olabilir. Erdoğan’ın muhalefete nasıl yaklaştığı da ortada: HDP’yi kapatmaya çalışıyor, muhalifleri tutukluyor, basın özgürlüğünü daha da kısıtlamak istiyor.

Son yıllarda Türkiye’de yaşananlar, gerçekten de dramatik; demokratik güçlerle, Kürtlerle dayanışma içinde olmak gerekiyor. Alman hükümetinin derhal yapabileceği bir şey, buradaki Kürt örgütlerine yönelik kriminalizasyonu bitirmek olabilirdi.

Oraya gelmeden önce: Almanya, sizin de söylediğiniz gibi, Türkiye’nin önemli bir ekonomik ortağı. Euro’nun yükselişi ve mülteciler, ucuz işgücünü de daha önemli bir gündem hâline getirdi. Almanya-Türkiye ilişkilerine dair bir yorum, Türkiye’deki mevcut statükonun esasta Almanya’nın yararına olduğu söylüyor. Siz ucuz işgücü konusunun bu ilişkiler açısından ne derece önemli olduğunu düşünüyorsunuz?

Alman firmalarının üretim merkezlerini işçi ücretlerinin açıkça daha düşük olduğu ülkelere taşıması, genel itibariyle gözlemlediğimiz bir durum. Böylece fabrikalar, giderek ücretlerin ama ayrıca çalışma koşullarının da Almanya’ya göre daha kötü olduğu yerlere taşınıyor.

Bu konuda dünya çapında sosyal standartlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dünya çapında sömürüye karşı bir korumaya ihtiyacımız var ve bu, Türkiye için de geçerli.

Sübvansiyonlar ve başka destekler de alan bazı Alman firmalarının üretim merkezlerini kapatıp ucuz işgücü buldukları ülkelere taşıyor olması da söz konusuyken elbette ülkeler arasındaki düşük vergi ve düşük ücret yarışını sonlandırmamız gerekiyor.

Bu çözümü halen tahayyül edemiyorum. Keza bu sömürü, birçok açıdan, Almanya’da “güvenlik” ve “refah” olarak anılan birçok şeyi de olanaklı kılıyor. Ucuz işgücü ya da Almanya’nın dünya çapındaki rolü sorununu nasıl çözmek istiyorsunuz?

Genel olarak daha adil bir düzene ihtiyacımız var; bu da daha yoksul ülkelerin serbest pazar anlaşmalarına zorlanmaması veya firmaların hammadde ya da insanları sömürememesi anlamına geliyor. Dünya çapında adil bir ekonomik düzeni acil bir gereklilik olarak görüyorum. Almanya’nın dış pazarı da elbette buna etki edebilir. Alman firmaları yurtdışında yatırım yaptığında bu, çoğunlukla Hermes Kefaleti (1) gibi sigortalar üzerinden garanti altına alınıyor ama dünya çapında sendikal hakların, çalışma yasalarının, sosyal standartların geçerliliği için mücadele etmeliyiz. Bu, kesinkes gerekli.

Bir şeyi daha söylemek gerekiyor: Serbest pazar anlaşmaları, duruma müdahale etmek yerine daha çok firmaların pratiklerini meşrulaştırdı ve hukuki garanti altına aldı. Almanya’da bazı firmalar, büyük sübvansiyonlar ve destekler de almalarına rağmen bir yıl sonra merkezlerini kapatıp mesela Romanya’ya taşıdı. Buna karşı elbette önlem alınması gerekiyor.

Türkiye’ye geri dönersek: Bu konu, Almanya için ayrıca bir iç politika konusu. Türk devleti ve milliyetçilerinin Almanya’daki faaliyetleri, hem medyada gündem hem de dava konusu oldu. Şimdiyse, bu konuda hiçbir somut adım atılmamış da olmasına rağmen, bir suskunluk hâkim ama Türkiyeli bir gazetecinin Berlin’deki evinin önünde saldırıya uğramasına da tanık olduk. Buna karşı siz ne öneriyorsunuz?

Bir yandan büyük bir sorun teşkil eden “Bozkurtlar” gibi siyasi güçlerden de bahsediyoruz. Paris’te üç Kürt kadının öldürüldüğü saldırıda da Türk faşistlerinin Avrupa’da aktif olduğunu bir kez daha görmüştük.

Elbette en başta genel itibariyle faşizme karşı mücadeleye ihtiyacımız var. Bu, faşizmin bütün biçimleri için geçerli. Nerede toplanıyorlar? Hangi barlar ya da kahveleri kullanıyorlar? Organizasyonları nerede? Türk hükümeti ya da istihbaratı ile bağları nedir? Almanya’da muhbirlik faaliyeti yapılıyor mu? Bu konulara açıklık getirmemiz gerekli. Elbette Almanya Federal Hükümeti’nin de bu noktada gerekli önlemleri alması gerekiyor.

Almanya’da yaşayan insanlar hakkında muhbirlik yapılması ve bu insanların akraba ziyareti ya da tatil için Türkiye’de girdiklerinde baskı görmesine karşı da Almanya Hükümeti’nin önlem alması gerekiyor.

Bunların tamamı, Türk hükümeti karşısında açık ve net biçimde konuşulması gereken, haklarında susmamak gereken başlıklardır. Eğer Avrupa Birliği, Türkiye karşısında bu hak ihlallerini reddettiğini açıkça ifade ederse, bunların engellenmesine de katkısı olabilir.

Bunların Türkiye’ye açıkça söylenerek engellenebileceği konusunda çok emin değilim. Avrupa Birliği ve Almanya’dan Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler de yapıldı ama en azından şimdiye kadar etkili bir önlem alındığına rastlanmadı. Siz bu sorunların daha sert eleştiriler ile çözülebileceğini düşünüyor musunuz?

Hayır, elbette politik ve ekonomik baskı da uygulanmalı. Başta da söyledim: “Aman ne kadar kötü, insan haklarına uymuyor” demek yeterli olmuyor. Mesela silah ihracatını durdurmak gerekiyor. Mülteci anlaşması ile de ayrıca bir bağımlılık ilişkisine girildi. Türkiye’ye, “Siz Avrupa’nın kapı görevlisisiniz, mültecileri uzak tutun” deniliyor ki, bu hem insani açıdan korkunç hem de bununla Erdoğan avantajlı bir duruma da getirildi, “Mültecileri Avrupa’ya gönderirim” diye tehdit edebiliyor. İnsanların yalnızca tehdit olarak görülmesi de yeterince kötü ve Avrupa Birliği, içine düştüğü bu durumdan bizzat kendisi sorumlu.

Ben bu noktada alınması gereken kararın silah ihracatının durdurulması olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu unutmamalıyız. Türkiye ile bir başka NATO üyesi Yunanistan arasında da bir süre önce silahlı bir çatışmanın kıyısından dönüldü. Libya da, biliyorsunuz, bir başka sorunlu konu. Bu konularda askeri işbirliği sınırları dahilinde de baskı yapılması gerekiyor.

Bakın, Kürtler DAİŞ’e karşı savaşıyor ve DAİŞ’e karşı savaşan bir uluslararası koalisyon da var. Aynı anda ama DAİŞ savaşçıları, Türkiye sınırı üzerinden geçiş yapıyor; günün sonunda Alman tankları, Efrîn’de görülüyor. DAİŞ’i ve İslamcı terörizmi destekleyen devletlere karşı ekonomik baskı yoluyla da önlemler alınması, bir gereklilik.

Ama Almanya’nın yaptığı, mesela Kürdistan’la dayanışmak isteyen Defend Rojava İnisiyatifi’nin Güney Kürdistan’a gitmek isteyen heyetini engellemek oluyor…

Evet, evet, biliyorum; birçok yoldaşımız da onların arasındaydı. İşte bu zaten Alman hükümetinin kendini ne hâle getirdiğinin en iyi örneğidir. Kürt bölgelerine gitmek ve oradaki durumu yerinde gözlemlemek için yola çıkan insanların, hem de Türk makamları da değil Alman makamları tarafından durdurulması… Bir de yazılan bir gerekçe var: “Almanya-Türkiye ilişkileri, bu seyahat nedeniyle zarar görebilir.” Bu, elbette bir sorun.

Sizin parlamentodaki çalışmalarınız sayesinde Türkiye’de mahsur kalan Almanya vatandaşı sayısının 120 olduğunu da biliyoruz. Bunlardan 61’i tutuklu. Ne var ki onlar da Almanya’da artık ne medyadan ne de makamlardan ilgi görüyor. Neden?

Anlaşılan bu da bozulması istenmeyen ilişkilerle ilgili. En son Deniz Yücel meselesi büyük bir kamuoyu yarattı ama onun arkasında tabii gazetesi Welt de duruyordu. Meşale Tolu ile ilgili de bir kamuoyu oluştu. Ben de ama Federal Hükümet’in bu insanları geri almak için politik olarak da, diplomatik olarak da çok az şey yaptığını düşünüyorum. Dediğim gibi, halen sınırdışılar da devam ediyor.

Tutuklu sayısının 61 olduğunu bilmiyordum, iyi ki söylediniz. Deniz Yücel ve Meşale Tolu örneklerinden de biliyoruz ki, uluslararası dayanışma bu konuda yardımcı oluyor. O dönemde Almanya’da, Federal Hükümet’in siyasetine de etki eden eylemlerin, etkinliklerin yapılması çok iyiydi; bence aynılarını bu tutuklamalarla ilgili de yapmalıyız.

Ben de ara sıra Silivri Cezaevi’ne kartpostallar gönderdim. Bir dönem bunun için çağrılar da yapılıyordu ve bu insanların unutulmadığını göstermek için kartları göndermiştik; bunu aslında yeniden yapmalıyım. İnsanların bu kartları alıp almadıklarını bilmiyorum ama umarım almışlardır. Bunun onlara, kendilerine dair bir ilgi olduğunu göstereceğini umuyorum.

Bütün bu can sıkıcı hikâyelerin yanında Almanya’da bir de özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’yle geniş bir dayanışma var. Siz de şimdiye kadar Kürdistan’la dayanışma için yapılan bir eyleme katıldınız mı?

(Gülerek) Sadece bir eyleme değil; Newrozlara, eylemlere sıklıkla katıldım. Sanırım 90’lı yılların sonundan bu yana da katılıyorum.

Neden?

Çünkü talepleri doğru buluyorum.

İlk katıldığım zamanlarda tabii henüz Sol Parti üyesi değildim, Sol Parti o kadar uzun süredir yok zaten ama solda geleneksel olarak Kürt hareketiyle, örgütleriyle kurulmuş bağlar var. Kürdistan’ın, orada hüküm süren baskının burada unutulmamasını da her zaman önemli buldum.

Kürdistan’la ilgili ilk eyleme katıldığım zamanlarda, Almanya’nın yeniden birleşmesi sonrasında Ulusal Halk Ordusu’nun (2) silah varlığının bir bölümü Türkiye’ye hediye edildi. Alman silahları ile Kürtlerin evlerinin yerle bir edilmesini kabul etmiyorduk.

Bunların yanına bir de kişisel gerekçeler eklenebilir: Arkadaş çevremde ve siyasi olarak tanıdıklarım içinde her zaman çok Kürt vardı, bu da tabii meselenin daha fazla gündemine girmesini sağlıyor.

Ben Newrozlara her zaman severek de gittim. Atmosfer çok güzel. Mesela Frankfurt’taki merkezi bir Newroz’da konuşma yapmıştım, 30 bin insan vardı, kocamandı.

Bunların yanında tabii bir de HDP ile dostluğumuz ve Selahattin Demirtaş ve diğer tutuklular ile dayanışmamız var.

Partiniz Almanya’daki PKK yasağına karşı da çok şey yaptı. Kürtlere siyasi çalışma yapmayı müthiş zorlaştıran yasak, halen hüküm sürüyor. Bu yasak, artık toplumsal meşruiyeti de kalmamasına rağmen, neden hâlâ yaşamayı sürdürüyor?

En başta, bu kriminalizasyonu reddettiğimizi söylemek istiyorum.

Elbette yasağın devam etmesinin de Türkiye ile ilişkilerle ve Türkiye’den gelen büyük baskı ile ilişkisi var. Türkiye’de “terörist” olarak görülen örgütler, burada da “terörist” olarak sınıflandırılıyor. Bu yaklaşım, PKK konusunda doğru bir yaklaşım değil ama daha saçmasını söyleyeyim: YPG bayrakları da yasaklanıyor. YPG, Suriye’de, ABD ile ya da batılı devletlerden oluşan ittifak ile birlikte DAİŞ’e karşı savaşıp Êzîdîleri kurtardı ve bunları göz önünde bulundurunca yasak, daha da saçma hâle geliyor. Bir yandan bu sembol hedefleniyor ama diğer yandan Irak’taki Kürtlere silah gönderilip gönderilmeyeceği tartışılıyor.

Bunun bir nedeni tabii Türkiye ile ilişkiler ama diğer yandan ırkçı stereotiplerle de ilgili. Bakın, ne zaman Kürtler bir eylem duyurusu yapsa, tam bir alarm durumu yaşanıyor. Eylemlerin neredeyse tamamı barışçıl geçiyor ama buna rağmen polis seferberliği, sanki “teröristler yürüyormuş” gibi oluyor.

Irkçılıktan bahsetmişken: Hanau’daki ırkçı saldırıdan bu yana, yalnız medyada daha fazla konu edilmesi dolayısıyla değil, ayrıca göçmenlerin öz örgütlülüklerinin çoğalması nedeniyle de Almanya’da ırkçılığın daha büyük bir konu olduğunu görüyoruz. Parti olarak ırkçılığa karşı açığa çıkan bu enerjiyi politize etme/örgütleme amacınız da var mı?

Sol Parti’ye katılan herkes, beni elbette sevindiriyor ama bu, öncelikli amacımız değil. Hanau’ya da çok defa gittim ve her şeyden önce 19 Şubat İnisiyatifi’nin (Initiative 19. Februar) var olmasını, bu merkezde bu kadar çok insanın bir buçuk yıldır angaje olmasını harika buluyorum. Hessen Eyalet Parlamentosu’nda bugün bir İnceleme Komisyonu’nun bulunması da elbette bu çalışmalarla ilgili.

Olayları aydınlatmaya çalışıyoruz. Özellikle aileler için acı verici bir durum var. Yalnızca çocuklarını kaybetmediler; ayrıca aylarca, bugüne değin Alman devletinden kötü muamele gördüler. Bilgi verilmedi, her şeyi kendi başlarına sormak ve araştırmak zorunda kaldılar. Olay yerine çok yakın yaşayan ve sürekli olay yerini görmek zorunda kalan aileler taşınmak istiyordu ama çok az yardım aldılar.

Bize oy verseler de vermeseler de sağcı şiddetin kurbanlarının yanında durmak bizim sorumluluğumuz. Bu, NSU terörünün kurbanları için de geçerli. Onlar da iki kez kurban edildi: Önce yakınlarını kaybettiler, sonra yıllarca kriminalize edildiler. Kafalarda, göç geçmişi olan bir insan öldürüldüğünde bunu hemen organize suç ile ilişkilendiren, “Mutlaka ki kendileri suçludur” diyen bir yaklaşım hüküm sürüyordu. Soruşturmaların yürütülme biçimi de sağ motiflere dair araştırma yapmak yerine maalesef böyle oldu. Yıllarca ölenlerin sağcı şiddetin kurbanları oldukları bile kabul edilmedi; ölenler bile kriminalize edildi.

CPT'ye İmralı başvurusu: İvedilikle ziyaret edilmeli CPT'ye İmralı başvurusu: İvedilikle ziyaret edilmeli

NSU, Hanau ya da Halle… Sağcı şiddetin bütün kurbanlarının, tehdit altında olan ve korkutulan insanların, fiziksel şiddet görenlerin ya da yakınlarını kaybedenlerin yanında olmak, Sol Parti’nin ödevlerinden biridir. Dayanışma ve adaletten bahseden partinin insanlar saldırıya uğradığında yanlarında durması gerekir. Bu nedenle de çok aktiftik.

Doğu Almanya’da Sol Parti’nin ırkçılıktan bahsettiği için oy kaybettiğini, ırkçı parti AfD’nin ise mültecilere karşı açık karşıtlığı ile oylarını yükselttiği söyleniyor. Irkçılıktan bahsettiğinizde oy mu kaybediyorsunuz?

Bu nedenle birilerini kaybetsek de, kaybetmesek de, bunu yapmak zorundayız. Eski ve yeni Naziler, parlamento içindeki veya dışındaki Naziler, dünya görüşlerine uymayan bütün insanlar için bir tehlike. Özellikle de sosyalist partilerin karşısına tarih boyunca her zaman Naziler çıktı. Sağa karşı mücadele de bizim için sadece bir dayanışma konusu değil; bu, bizim kendi kadim ilgi alanımız.

Ben AfD’ye devamlı/düzenli olarak oy kaybettiğimizi de düşünmüyorum. Artık AfD seçmenlerinin yüzde 80’e yakınının kapalı bir sağ dünya görüşüne sahip olduğunu gösteren araştırmalar var. AfD, ırkçı söylemlerine rağmen değil, tam da bunlardan dolayı oy alıyor. Kapalı sağ bir dünya görüşüne sahip bu insanların gelip Sol Parti’ye oy vermelerini de açıkçası beklemiyorum.

Elbette Batı Almanya’da daha önce bize oy verip bugün AfD’ye oy verenlerin sayısı, Doğu’ya göre çok daha az ama bizim Batı’da zaten kaybedeceğimiz daha az şey vardı, “halk partisi” karakterimiz yoktu.

AfD ile ırkçılık konusunda susarak mücadele edebileceğimizi de düşünmüyorum; bilakis ırkçılıktan her zaman açıkça bahsederek, bizim için dayanışmanın bölünmez olduğunu ve ırkçılığın her biçimine karşı mücadele ettiğimizi belirginleştirerek mücadele edebiliriz.

Ama sizinle aynı partiden Sahra Wagenknecht, anlaşılan başka düşünüyor. Kitabında mesela, “2015’te Alman sınırlarının açılmasından” bahsediyor ya da insanların “solcular sınıf hakkında konuşmadığı için” sağcıları seçtiğini iddia ediyor. Keza yıllardır AfD seçmenlerinin davranışını anlatmak için “protesto oyu” kavramı da kullanılıyor. Sol Parti’nin “tepesi”, Wagenknecht’in analizleri hakkında ne düşünüyor?

Ben partiyi tamamen farklı biçimde algılıyorum. Sosyal sorunları gözardı ettiğimizi düşünmüyorum; bilakis kiracı birlikleriyle çalışıyor, işsizlik parasına dair danışma hizmeti veriyoruz; sendikal mücadelelerinin yanındayız ve bakım konusunda da büyük bir kampanya yapıyoruz. Ben Sol Parti’yi tam da bu sosyal sorunlar için konumlanan bir parti olarak görüyorum.

Sol Parti’nin Federal Parlamento’daki grubu ne yapıyor? Önergelerimizin yüzde 80’i, belki de yüzde 90’ı sosyal adaletin herhangi bir biçimi ile ilgili. Seçim programımıza, afişlerimize de bakılırsa bu görülecektir.

Bir şeyin altını sürekli çizmemiz gerekiyor: Sosyal adalet, kökeninden, pasaportundan, şehri ya da ülkesinden bağımsız herkes için geçerlidir. İnsanların birbirlerine karşı kullanılmaması için, böyle kutuplaştırma çizgilerini aşmak için de herkesin iyi bir emekliliğe, bakım hizmetine ve gelire sahip olmasını istiyoruz.

“İnsanların birbirine karşı kullanılması” derken ne kastediyorsunuz?

Mesela aslında uzun süredir devam eden sorunların büyüyen mülteci sayısıyla açıklanmasından bahsediyorum: “Emlak piyasasında durum kötüye gitti, çünkü göç var” gibi açıklamalar… Hayır, emlak piyasasındaki durum, 2015’ten önce de oldukça kötüydü ve bunun sosyal konut sayısının azalması, ikamet alanlarıyla ilgili spekülasyonlar ve birçok konutun satılması gibi nedenleri var. Bu nedenlerin göçmen sayısıyla bir ilgisi yok.

Bunun yanında ücretlerin düştüğünü (“ücret dampingi”) söyleyenler var. Hadi bu düşüşün “Agenda 2010” (3) ya da Hartz-IV (3) ile ilişkisini (ki bunlar da 2015’ten çok önceki gelişmeler) bir tarafa bırakalım; bu konuda “Kanuni asgari ücret herkes için geçerlidir” de denilebilir ve böylece kişinin nereden geldiğinin, hangi ulustan olduğunun hiçbir önemi kalmaz ve sosyal standartlar herkes için geçerli olur.

İçişleri Bakanı Horst Seehofer, “Göç bütün sorunların anası” diyor. Bugün iklim değişikliğinden, bakım personeliyle ilgili acil durumdan, yoksul emeklilikten, düşük ücretlerden bahsediyoruz ve bütün sorunların anası göç mü? Bu o kadar fena ki! Birçok şehirde insanların çoğunluğu bir göç hikâyesine sahipken, onların toptan sorun olarak görülmesi, hakaretamiz ve aşağılayıcı. Bu söz söylendiğinde başbakanın açık ve net biçimde, “Bu ülkedeki göç geçmişi olan bütün insanların yanındayım” demesini beklerdim.

Anladığım kadarıyla Sahra Wagenknecht, Sol Parti’nin neden sürekli oy kaybettiği sorusuna kendi meşrebince bir yanıt vermeye çalışıyor. Siz bu yanıtın doğru olmadığını düşünüyorsanız, o hâlde aynı soruyu size soralım: Sol Parti, son dönemde neden bu kadar oy kaybetti ve sizce Almanya’daki sol için en önemli tartışma başlığı ne?

İnsanlara nasıl ulaşabileceğimiz, nasıl başarılı olabileceğimiz sorusu, elbette çok önemli. Şimdi de seçim mücadelesi veriyoruz ve mümkün olduğunca çok oy almak için mücadele ediyoruz; bunu da hep birlikte yapıyor ve aramızdaki ortaklıkları öne çıkarıyoruz.

Oy kaybetmemizin farklı gerekçeleri var. Bir sebebi, Doğu’daki partimizin bir dönüşüm süreci geçirmesi. Doğu’da ciddi bir yaşlanma sorunumuz var ve maalesef çok az genç insan geliyor. Bu, kısmi olarak, yapılanmalarımızı etkiliyor.

Bir de en çok oy aldığımız yerlerde seçimlere katılım en düşük oranda. Bana sürekli farklı insanlar, “İnancımı ve herhangi bir şeyin değişebileceğine dair umudumu yitirdim” diyor. “Tamam, belki işlerin böyle kötü olmasında sizin suçunuz yok ama size de iki üç kez oy verdim, bir şey değiştiremiyorsunuz” diyorlar. Seçimlere katılım oranının daha zengin semtlerde daha fakir semtlere göre çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. Eğer oylarımızın yüzde 24-25’e ulaştığı semtlerde seçimlere katılım oranı yüzde 70-80’lere ulaşsaydı, durumumuz çok daha iyi olurdu.

İşte tam da burada insanlara yönelmeliyiz; bunu çok gerekli ve önemli buluyorum. Biz, sesleri az dinlenen insanların sözlerinin Federal Parlamento’da duyulmasını istiyoruz.

Oyların düşmesinin bir nedeni de tabii son yıllarda Sol Parti olarak biraz fazla tartışmış olmamız olabilir. Sürekli tartışıyoruz ve bu elbette mantıklı ve gerekli ama ortaklıklarımızı daha fazla öne çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum. Böylece insanlar Sol Parti’yi gördüklerinde, “İşte bu kiracıların partisi!”, “Bakım personelinin haklarıyla ilgili işler yapıyor!”, “Bütün insanların seçme-seçilme hakkı olmasını savunuyor!” gibi düşünebilir. İlgilendiğimiz bir sürü konu var ama son yıllarda bazı yan tartışmalar, biraz fazla konu oluyor; bazı kavgalar, biraz fazla yapılıyor.