Küreselleşme ve buna bağlı gelişen çevre sorunları, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünya gündemine oturmuştur.

Küreselleşme politik, ekonomik, kültürel, teknolojik ve tüm toplumsal gelişmeleri tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Sermayenin serbest dolaşımını sağlamak için, çok uluslu şirketlerin kullandığı bir propaganda sloganı olsa bile, ulusal sınırların önemini ortandan kaldıran ve dünyanın çehresini değiştiren bir süreçtir.

Colemerg Haberle 3. Yılımıza… Colemerg Haberle 3. Yılımıza…

Çevre / iklim sorunları ise bilim, teknoloji ve buna bağlı endüstrinin ileri bir boyut kazanarak dünyanın geleceğini tehdit eden kirlenme ve bozulma süreci olduğunu söyleyebiliriz.

Amerikalı siyaset bilimci ve düşünür F.Fukuyama küreselleşme ideolojik savaşlara son verecek, demişti. İnsanlık tarihinin aynı zamanda savaşlar ve göçler tarihi olduğunu, savaşların önce küçük kavgalarla başladığını, sonra hanedanlar, krallıklar, imparatorluklar ve en son ulus devletler tarafından sürdürüldüğünü söyleyen Fukuyama, bu süreç sonunda savaşların ve tarihin de bittiğine dikkat çekiyordu.

Başka bir Amerikalı siyaset bilimci olan S.Huntington buna itiraz ederek, savaşların yeniden başlayacağını, hem de bu savaşların büyük boyutta olacağını ileri sürmüştü.

S.Huntington, eskiden devletler savaşırken önümüzdeki süreçte kültürler dinsel fay kırıklarıyla çatışacak., diyordu.

Bu iki siyaset bilimci bunları tartışırken henüz IŞID gibi radikal dinci örgütler piyasaya çıkmamıştı.

Elbette sadece İslami örgütler şiddete başvurmuş değildir. Hıristiyanlık ve Yahudilikte de savaş ve terör eylemlerini meşrulaştıracak söylemler vardır. Bu nedenle dine dayalı savaş ve terörizmi sadece İslam için ileri süremeyiz. Nitekim S.Huntington en büyük çatışmanın batı medeniyetinin dayandığı Hıristiyanlık ile Ortadoğu medeniyetinin dayandığı İslam arasında geçeceğini söylüyordu.

Hıristiyan batı, Rönesans’ın açtığı yolda bilim ve akıl ile dini radikalleşmeyi törpülerken, -ne yazık ki- İslamist güçler dogmatizmle beslediği kitleleri radikalleştirerek dünyaya terör ve savaşı dayatmış ve ihraç etmiştir. Nitekim 11 Eylül Newyork saldırısıyla batı İslam’a karşı gardını güçlendirmek için, Arap baharıyla kendi demokrasi kültürünü İslam coğrafyasına taşıyıp, yaygınlaştırarak sosyo-ekonomik bir savaşa öncelik vermiş ve beraberinde radikalleşen kitleleri kendi içinde çatıştırıp, kullanma yolunu seçmiştir.

Çünkü günümüz dünyasında sosyo-ekonomik, teknolojik ve enformatik gelişme küreselleşmede belirleyici rol oynuyor, dolayısıyla bu alanda güçlü olan savaşı da kazanmaya daha yakın olur.

Böyle olunca ülkeler veya gücü elinde bulunduran odaklar, süreci kendi lehlerine çevirmek için ellerindeki bilim, teknoloji ve enformasyon içeren tüm kozları kendi çıkarları için değerlendiriyorlar.

Geri kalmışlığımız ve sanayide ithal ikameci bir toplum olmamız bizi kısmen bağımlı kılıdığı için, küreselleşmede büyük güçlerle boy ölçüşmek yerine tabi olmak zorunda kalıyoruz. Ancak AB, ABD ve NATO gibi güçlerin şemsiyesi altında bizden daha geri kalmış komşularımıza ve muhaliflerimize de horozlanarak tatmin olmaya çalışıyoruz.

Nihayet son zamanlarda meydana gelen ve iklim sorunları diye ifade edilen orman yangınları, sel felaketleri vb gibi doğal afetler karşısında gücümüz olmadığını ve dünyanın da bizi kıskanmadığını fark ettik.

20 yıldır sürdürülen gerici eğitim anlayışıyla iklim değişikliğinin ve yarattığı sorunların duayla bertaraf edileceğine inandırılmıştık, ta ki orman yangınlarında Cübbeli’nin reçetesinin yandığını görünceye kadar!

Uyanmışlarsa bilim ve aklın gücü olmadan doğal felaketlere karşı korunamayacağımızı da düşünmeye başlamışlardır, herhalde.

İnsanoğlu tarihsel süreçte kendisi ve doğayla savaşmıştır.

Cehalet savaşlarında önce birbirlerini yenmeye ve savaşmaya başlamış ve kendisiyle olan mücadelede örgütlenerek aşiret, millet ve devlete giden süreçte silahları, silahlar savaşları, savaşlar da göç ve uygarlıkları ortaya çıkarmıştır.

İkinci savaşında ise doğaya karşı mücadele ederek doğayı ıslah ve kontrol etmeye çalışmıştır.

Doğa ve insanla savaş bilimi, bilim teknolojiyi, teknoloji ise sanayileşmeyi, yani fabrikalaşma ve endüstriyi geliştirerek çevre sorunlarına yani dünyanın hızla kirlenmesi ve iklim değişikliğine sebep olmuştur. Nitekim son orman yangınları ve sel felaketlerinin sebebi de budur,

Kazdığımız kuyuya düşüyoruz!

Yangınlar ve sel felaketlerindeki hazin tabloları dikkate alıp doğayla barışma süreci başlatacak iradeyi göstermek için, geç kalmış değiliz, eğitim ve enformasyon seferberliği toplumsal farkındalık yaratmaya yeter, çünkü başka yaşanacak dünya yok.

Sadece doğayla barışmak yetmiyor, insanla da barışmak gerek. İnsan hakları ve demokrasiyi içselleştirerek, çevre bilincini geliştirip insan ve doğayla barışmanın yollarını da tartışabilmeliyiz.

Ayrıca, çevresel sorunların sadece kalkınmış ülkeler sorunu olmadığını da düşünmeliyiz.

Yakın çevremizden başlayarak, bireysel ölçekte doğa ve insanla etkileşimde ne kadar bilinçli, gözetici ve yapıcı olduğumuzu düşünme vaktidir. Zira yerelden tüme doğru evirilen bir sorunla karşı karşıyayız. İklim/çevre sorunlarının insan üzerindeki etkilerinin en yoğun yaşandığı alanlar sadece kırsal kesimler ya da piknik alanları da değil, yerleşim birimleri olduğunu da bilmemiz gerek.

Yerleşim birimlerinin, başta kentlerin aşırı su, enerji, ham madde kullanımı ekolojik tahribatı artmaktadır. Bu doğrultuda kentsel nüfusun temel ihtiyaçlarına erişimi tehdit altına girmekte ve yerleşim yerleri üzerinde iklim değişikliği etkilerinin artmasıyla birlikte insan sağlığı ve yaşam alanları baskı altında kalmaktadır.

Kırılgan nüfusun barındığı varoşlar gibi dirençsiz yaşam bölgeleri bu durumdan daha çok etkilenmektedir. Bu alanların kentin diğer bölgelerinden görece daha dayanıksız konutlarda yaşadığı, teknik altyapısının daha yetersiz olduğu, kentsel hizmetlere erişimde de daha kısıtlı mekânlara ve imkanlara sahip oldukları bilinmektedir.

Şöyle bir dönün, yaşadığınız çevreye bakın, eminim ki sorunları saymakla bitiremezsiniz, ama unutulmamalı ki bu sorunları yaratanlar yine bizleriz, doğa değil. Altyapı ve sosyalizasyon hizmetlerini yerel ya da merkezi otoriteye havale ederek sorunun içinden çıkamayız, zira tüm sorunların çözüm refleksi ve başarısı bilinçli ve örgütlü olmakta yatar.

Bu sorunla ilgili farkındalığının oluşmasında etik değerler ve sosyal bilincin önemli bir etkisi olacaktır. Çevre sorunları farkındalığını arttırmak için kitlelerin örgütlenmesi, özellikle eğitim kurumlarında çevre sorunlarının işlenmesi, stk’lar ve iletişime açık sosyal alanlarda göz önünde bulundurulacak materyallerin sergilenmesi önem arz ediyor.

Gelecek nesillere temiz bir çevre ve korkusuz bir gelecek bırakmanın tek yolu bilinçlenerek farkındalık yaratmaktır, aksi takdirde milliyetçi hezeyanlar, yangınlar, sel felaketleri ve depremlerle ölmeye devam edeceğiz.

Dolayısıyla doğa ve insan odaklı düşünmeli ve otoriteleri buna zorlamalıyız.

Yoksa acı ve hüzün kaderimiz olacaktır.