MAKALE

UZLAŞMA MI DİYALOG MU? Resit Demir/ Yazdı

Uzlaşma olayını yalnızca politik düzeyde ele almak yanlıştır. Gerçek şu ki herhangi bir biçimde ortaya çıkan politik bir tutumu temelde etkileyen, yönlendiren politika olmayan önemli faktörlerden söz etmek mümkündür. İslam dünyası açısından uzlaşma ve kültür kavramına bakıldığında, batı dünyası ile mukayese edilmeyecek kadar farklılıklar gösterir. Çünkü İslam dünyaya, toplumsal, maddi ve kültürel hayata bir bütün içinde baktığı için insanı yönlendiren, onun davranış tarzını etkileyen dinamikler arasında da yakın ve vazgeçilmez bağların olduğu görülür.

Abone Ol

Yalnız bugün İslam dünyasında entelektüel hayatın batı karşısında yenik düştüğü kabul etmemiz gerekir. Bunun da temel nedenlerinden birisi İslam dünyasının kendi “seçeneğini” tercihini getirme konusunda yetersiz kalması olarak telaffuz edilebilir. Sonuç ne olursa olsun tecrübe ile sabittir ki İslam dünyasının zayıf ve güçsüz düştüğü kendine karşı güven duymadığı kendi dünyasında reel bir model üretmediği izahtan varestedir. Zayıf düşme tezi, siyasi, ekonomik, teknoloji, sanayi veya maddi refah olarak anlamamak gerekirzayıf düşme Müslüman’ın zihin dünyasında meydana gelen yozlaşma, körelme olarak nitelendirmek doğru olacaktır. Dolayısıyla fikri yapısı ve zihni ile yabancılaşan Müslüman, sonunda düşünce ve ruhu arasında da çatışmaların baş göstermesi kaçınılmaz olmuştur. Ama ne yazık ki İslam dünyası bu olguyu bilimsel olarak kavrayamamış ve görememiştir. Söz konusu zihni bağımlılık siyasal, askeri, ekonomik ve sosyal bağımlılığı da beraberinde getirmiştir. Bu bağlılık Müslüman’ı özgün ve berrak olan düşüncesinden iğdiş etmiştir. Oysa peygamberler en öncelikli görev olarak; kendisine inananların zihni dünyasında kusursuz bir bağımsızlık gerçekleştirme çabası olmuştur. Günümüzün İslam toplumu da öncelikle zihin dünyasında bir devrim yaratması ve bu konu üzerine odaklanarak motivasyon trendini yakalaması icap eder. Donuk, taşıyıcı, nakilci, geleneksel, taklitçi, kaotik ve arkaik sorunları aşarak, güç, ekonomi, teknoloji, servet, kalkınma, refah, medeniyet, kültür ve gelenek gibi daha birçok kavramı yeniden tarif etmesi elzemdir. Şurası da bir gerçektir ki, her dünya görüşünün, ideolojinin veya sistemin ya da dinin kendi repertuarında bilim anlayışı, tekniği, kültür ve medeniyeti ile ekonomik modeli vardır. İslam dünyasının güç ve güçlüden anladığı ile batılının güç ve güçlüden anladığı arasında derin farklar bulunmaktadır. Bütün bu düşünsel ve nesnel olgulara rağmen doğu ve batı toplumu birlikte yaşayabilir. Birçok ekonomik, siyasi ve ticari ilişki geliştirebilir. Kuşkusuz küresel ve globalleşen dünyada bu tür ilişkiler çağımızın gereğidir. Ancak bu ilişkiler vuku bulurken batının Müslüman’a biçtiği kimlik ya da yaşam tarzı ile değil, kendi kimlik-benlik ve öz değerlerini koruyarak yapma cihetine gidilebilir. Uzlaşma kendi düşünce ve arzularını diğerine empoze etme değildir. Böyle bir çaba uzlaşma değil olsa olsa yozlaşma olur.

Bir arada yaşayabilmenin enstrümanı yargılayan değil, algılayan-anlayan bir zaviyeye sahip olabilmektir. Yargılamanın başladığı yerde algılama biter. Yargılayan kişi her şeye kuşku ile bakar, algılayan kişi dünyayı, toplumu olduğu gibi kabul eder. Yargılayıcı kişilik meşum bir bakış açısı ile kapalı olanı sever. Algılayıcı kişilikte ön yargısız bir bakış açısıyla seçeneklerin açık olmasını sever. Bir arada yaşayabilmenin engellerinden biri de megaloman yöneticilerdir. Çünkü farklı toplum kesimlerini karşı karşıya getirmek düşünsel olarak çatıştırmak onların iktidarlarını ayakta tutmaya girdap olur. Bir toplumun fertlerinin siyasi görüş ayrılıkları, spor, sanat vb. konularda farklı tercihleri olmasından daha doğal bir şey münazara edilemez. Ötekiyi olduğu gibi tasavvur edebilme varlığına saygı duyma, ayrı bir kişilik olduğu idrak edebilme paradoksu ekseninde kabul edilip karşılıklı birbirlerinin haklarına riayet gösterebilme erdemliliği ve nezaketi gösterebilme bilinci oluştuğunda bir arada yaşama zemini ve atmosferi inşa edilmiş olur. Tarihin hiçbir döneminde belli bir coğrafya üzerinde yaşayan toplumun tüm kesimleri ve katmanlarının homojen bir yapıda olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Toplumlar heterojen yapılarda olmasına rağmen bugüne kadar bir arada yaşamayı başarabilmişlerdir. Bundan sonra da başarılacaklarından kaygı duyulmamalıdır. Bir arada yaşamanın temel felsefesi başkalarının değerlerini ve inançlarını koşulsuz olarak öğrenmek ve kabul etmektir.