İnsanlık tarihinin belki en şanslı belki de en şanssız nesliyiz. Kalemimin kağıda bu cümleyle başlaması belki de yazının tamamıyla bir paradoksal tarafı olabilir ; ama yazmadan da edemedim.
Şanslıyız evet her şeyin elimizin altında olduğu bir çağda yaşıyor olmamız.
Şanssız; belki de yüz yılda bir gelecek bir virüs laneti ile tanışıyor olmamız.
2020' yi ömrümüzün eksi yılı olarak kaytlara geçmiş sayarız.
Hepimiz de...
Hayat dediğimiz uzun ve meşakkatli yoldan; kesintisiz, yüksek atımlı nabzımız yaşamımızın nasıl geçtiğini ve yaşamamızı sorgulatılma, anlamlandırma fırsatını belki de bize hissettirmedi çoğu zaman.
Hepimiz bu varlık parkurunda hayatımıza devam ederken geçmiş zamanlarda yaşamımızda olup biten çoğu şeyi çok daha sonralarda hatırlayıp anlamlandırırız.
Aslında hatırlanan ne varsa ya güzel bir anı ya da daha önce anlamlandıramadığımız olayların, olguların artık onları anlamlandırıyor olabilmemiz.
Üniversite lisans eğitimimin yanılmıyorsam ilk senesinde hocanın sınavda sorduğu bir soru. ‘’kendi ve kendi olmayanı’nı’’ yorumlayın demesiyle tüm sınıf gibi ben de cevap kağıdına ancak bir iki cümle yazabilmiştim; çünkü o kavramla neyi yazacağımızı, yorumlayacağımızı bilmiyorduk henüz.
Yıllar sonra anladım ki ‘’kendi ve kendi olmayanın’’ aslında yabancılaşma kavramının başka söylemde bize sorulmasıydı ve bizlerden sayfalarca cevap vermemiz isteniyordu.
Günümüzde yabancılaşmayla alakalı belki yüzlerce kitap yazılmış ve hala yazılmaya devam ediliyor.
Peki nedir bu yabancılaşma; 1800 ‘lü yıllardan günümüze kadar belki de üzerinde en çok kafa yorulan tartışılan kavram olmuştur. Bir alanla sınırlandırmanın aksine zaman geçtikçe konu kapsamı daha da genişleyen bir hal alıyor olması.
Yaşadığımız bu çağda yaşamın her sahasında varlığı aşikârdır.
Kavramsal anlamda yabancılaşmayı tanımlarsak, Yabancılaşma; temelde psikolojik bir sorun olsa da felsefi, dini, teknolojik, tarihsel, siyasal, ekonomik ve sosyolojik boyutları ve içeriği olan ve farklı yaklaşımlarla tanımlanan tartışmalı bir kavramdır.
‘’Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme’’ diye buna benzer onlarca tanım yapılmış ve hala yapılıyor.
Temelleri psikolojik nesneleri sosyal olsa da birçok yabancılaşma çeşidinden bahsetmek mümkündür. Emek yabancılaşması, kültürel yabancılaşma, aydın yabancılaşması, sosyo- politik yabancılaşma vs vs…
Ben burada emek yabancılaşmasına değineceğim.
Emek; ‘’bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü.’’
-Peki hangimiz beden ve zihnimizle çalıştığımız emeğimizin karşılığını tam alabiliyoruz?
-belki de hiçbirimiz.
Dünya’nın pek çok yerinde kapitalizm ve ekseninde emek hırsızlığı, sömürgeciliği görünen bir durum.
Geçenlerde izlediğim bir belgeselde meyve bahçelerinde çalışan insanların meyve yemelerini engellemek için kafalarına kilitli demir maske taktıklarını hayretler içerisinde izledim ve hala insanlığımı sorgular oldum.
İşin tuhaf tarafı bu durumu sunan kişi olağanlaştırılmış bir üslupla izleyicilere sıradanlaştırılmış gibi sunması. Acaba kusurun çekiciliği mükemmelliğin aldacılğından daha mı mübah olduğunu söylüyor anlamış değilim.
Ne garip bir durum değil mi?
Evrensel hukukta insan onurunun kırılmaması adına bir 'onur yasası' olması gerek olmaz mıydı acaba?
Mesela insan emeğinin hiçe sayıldığı onurun ayaklar altına alındığı durumlara yaptırım uygulanması gibi.
İnsan emeği, bireyin kendi emekleri dahilinde var ettiği bir kazancın getirisini elde edememesi onu sadece uzaktan izlemekle kalması tıpkı yukarıdaki insan(!) gibi.
Ve sonucunda ne olur?
Toplumda meydana gelen yabancılaşma; insan psikolojisinin onarılması zor, sosyo politik, kültürel yıkımlara yol açmaktadır.
Temelinde sadece psikolojik bir durumdan ibaret olan yabancılaşma ilk önce bireyi kendi benliğinden uzaklaştırır ve birey kademeli olarak üyesi olduğu toplumdan uzaklaşır. İçinde yaşadığı kültürden nefret eder, yalnızlaşır ve sonucunda bireyler arasındaki etkileşimi sağlayan diyaloglar arası makas açılarak tamiri zor olan sosyolojik bir yıkım meydana getirir toplumda.
İnsanoğlu gerçekte ne hayalinde oluşturduğu varlık; ne de olması gereken varlık değildir. İnsanın varlığı toplumsal varlık tarafından belirlenmekte ve toplumsal süreçte gerçekleşen insan varlığı da insanın özüyle çelişmektedir. Diğer yönüyle insan üretimi çift yünlü ilişki içerisindedir. Bir yanda insanın yönünü yansıtan doğal ilişki; diğer yanda insanın varlığını belirleyen toplumsal ilişkidir. Bu toplumsal ilişkiler sonucunda özne durumunda olan birey nesne konumuna geçer. Yani kendi karar mekanizmasının direksiyonunu artık başkalarının himayesine bırakır.
Bireyin toplumsal yönünü yansıtan doğal ilişki bu eksende etken yapıdadır; yani bir nebze de kendi işinin patronu kendi beyniyle hareket etmekte ve sağladığı kazanç ona hizmet etmektedir. Lakin işin asıl normalin dışında olan yanı etken yapıdan edilgen yapıya dönüşmesi başkalarına hizmet ediyor olması.
Aklın ve emeğin başkaları tarafından ehlileştirilmesine, kiraya verilmesi sonucunda kazanan belli olmasa da! Kaybeden ortada: Birey ve toplum.
Bireyler burada kendi yaşamındaki anlamlar dünyasından kopup tamamen köle psikolojisinin egemen olduğu duvar
diplerinde yaşamına devam etmektedir.
Eğer ki köprü mimarları duvarcı ustalarını yenmes ise insan doğasına olan saldırılar devam eder.
Dünyada hiçbir şey haksızlık kadar doğaya aykırı değildir.
Vaktim olsaydı daha kısa yazardım(!)
Sağlıkla kalın…