Türkiye ekonomisi epeyce bir zamandır hasta. En belirgin semptom enflasyon, hayat pahalılığı ve alım gücünün düşmesi. Ekonomiyi enflasyon batağına sürükleyen, Türkiye’nin dünya ekonomisindeki payını 1980’ler seviyesine düşüren, en önemli sebep iktisadi güvensizliktir.

Yoksulluk ve adaletsizlik kalıcılaşıyor. Yoksulluk, adata nesilden nesle
devredilen bir negatif mirasa dönüştü. Yoksulluk, Kürt-Türk, dindar-
muhafazakar-seküler, sağcı solcu olmaya bakmaksızın herkesi farklı ölçeklerde
de olsa derinden etkiliyor.

Türkiye’ye özgü bir krizle karşılaştığımız tartışma götürmez bir realite. Ülke
siyasi ve ekonomik reformların yapılması gerektiği bir kavşakta duruyor.
Sokaktaki umudu yükseltmenin yolu hukuki reformları yapmaktan, adaleti
sağlamaktan ve yargı bağımsızlığını sağlamaktan geçiyor. Önemli olan,
kasırgadan sonra yeniyi inşa edebilmektir. Fakat bu konuda bir umutta yok.
İktidar politikalarıyla bugün “iktisadi güven” vermiyor. Bir ülke reformist
hukuk politikaları ve kurumsal ekonomik reform politikalarıyla güven tesis
edebilir.Türkiye bu iki olgudan da uzak. Hukuk disiplini olmayan bir ülkenin
adam gibi bir ekonomik sistemi olmaz, ekonomisi üretime dayalı olmayan bir
sistemin de toplumun refah düzeyini arttırması mümkün değil.
Korkunç bir yoksulluk ülkenin her tarafında, trajik sonuçlar doğuruyor.
Geçinemeyenler bunalıma giriyor, cinayetler işliyor. Ve parçalanan hayatlar,
borç batakları, insanımızı kasıp kavuruyor.

Türkiye Avrupa’da servet dağılımında görülen adaletsizliğin en yüksek olduğu
ülkelerin başında geliyor. Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim ülkedeki
servetin yüzde 40’ını alıyor. Bu rakamların söylediğini şöyle izah etmek
mümkün; yüksek enflasyon ortamında zengin servetine servet katarken yoksul
daha da yoksullaştı. “Faiz sebep enflasyon neticedir” politikasının ülkeyi
getirdiği derin uçurum. ABD ve Japonya'da faiz eksilerde. Bu ülke
yöneticilerinin nas diye bir dertleri yok. Yıllık enflasyonları bizim aylık
enflasyonun bile çok gerisinde. Peki “nas” derdi olmayan bu ülkeler bu işi nasıl
başarıyorlar derseniz; kurumsal tecrübe, bilimsel bilgi, rasyonalite, güçlü
sermaye ve ekonomi bilimine olan inançları sayesinde oluyor.

Türkiye ekonomisini en iyi tarif edecek terim “nöbetleşe yoksulluk” tur.
Nöbetleşe yoksulluk, köyden kente göç eden, belirli bir dönem boyunca yoksul
kaldıktan sonra nispetten zenginleşen grupları ve onları izleyen yeni yoksulları
birlikte anlatmak için kullanılan bir kavram (a.g.e) Bugünkü iktidarın ekonomik
politikalarını en iyi anlatan kavram bu olsa gerektir. Geçmişte yoksuların umudu
olan bu iktidar sahipleri zenginlerini yaratınca dönüp geriye bakmayı unuttular.
Yoksulluğu bitirmeği değil, yoksulluğu yönetmeyi seçtiler. Kendi zengin
zümreleri için vergi affı, teşvikler hazine garantili işler sunarken, yoksulları bir
kenara ittiler. Yap-İşlet Devret (hatta mümkünse devretme) Kamu Özel İşbirliği
(KÖİ) bunun en bariz örnekleri. ,

2018’deki sistem değişikliğiyle, merkeziyetçi otoriter yönetim sistemine
geçişin ardından büyük bir kasırgaya dönüşen ve halen devam eden ekonomik
kriz derin yoksulluğa yol açtı.

Yoksulluk, prompter’dan gürül gürül başarı hikayeleri anlatmakla bitmiyor.
“Ümmetin umudu… Türkiye yüzyılı… kutlu yürüyüş” diyerek sadra şifa
olunmuyor. Yanlış politikalar sonucu geçim zorluğu girdabında kıvranan bir
toplum…

Çocukların simit alamadığı, babaların çocuklarına bir tost parası dahi
veremediği bir ortamda kürsülerde nutuk atsanız neye yarar? Siyasiler hayalleri
büyütürken gerçekler bambaşka oluyor. Bugün sefalet ve refah aynı şehirde birbirinden çok uzakta değil, aynı semtlerde
yaşanıyor.

Hayata tutunmaya çalışan yoksul kitleler, yaşadıkları sıkıntılarda yöneticilerin
mühim bir payının olduğunu anladıklarında hayatlarında bir şeyler değişebilir.
Dostoyevski'nin bir romanında yaşıyor gibiyiz. Hava gri ve soğuk, insanlar yoksul ve mutsuz.”