Türkiye, toplumsal tepki geleneği güçlü bir ülke değildir.

Türkiye'de siyaset ve sivil toplumun en hassas olduğu konu, sözde Filistin meselesidir. Ancak
Siyonist İsrail'in Gazze'de yaptığı soykırıma karşı hiçbir dernek, vakıf, tarikat, cemaat,
sendika cemiyet, yada meslek odası kendiliğinden protesto düzenlememiştir. Hükümet ne
zaman çağrı yaptıysa, ancak o zaman protestolara katılmışlardır.

Hükümetin Filistin hassasiyeti ise kürsüde hamaset, denizde ticaret olarak şekillenmektedir. Aylarca İsrail ile
denizde gemilerle demir, çimento, çelik vb. malzeme ticareti devam ederken bile hiç bir STK
ses yükseltmemiştir.

Diğer taraftan ABD, İngiltere ve Avrupa ülkelerinde her hafta
milyonlarca insan, Gazze'ye yönelik saldırıları protesto ediyordu. Sivil toplumun gelişmediği
toplum, geliştiği toplum arasındaki fark, çok bariz bir şekilde ortada değil mi?

Siyasal partilerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının ve akademik camianın büyük
ölçüde devletin gözetiminde ve yönlendirmesi altında şekillenmesi, Türkiye’de politik
toplumun egemenliğini pekiştiren en önemli yapısal unsurlardan biri olarak tezahür
etmiştir. Bu çerçevede Türkiye’de sivil toplum, Batı’daki muadilleri gibi devlete karşı bir
denge unsuru yahut özgün bir kamusal alan olarak gelişememiş, bilakis devletin
yönlendirdiği yahut sınırlarını çizdiği bir yapı olarak varlığını sürdürebilmiştir. (Adem
İnce, 05.04.2025, Perspektif.online )

*Hükümet güdümlü sivil toplum olabilir mi?* Dahası, aidatını devletin ödediği sendikaların sivil bir duruş sergilemeleri mümkün mü?

Mevcut iktidarın 2000’li yılların başında sivil toplumla kurduğu ilişki, Türkiye’nin
demokratikleşme sürecinde önemli bir mihenk taşı olmuş! Ancak sonraki süreçte sivil toplum
etkisizleştirildi.

Dinî cemaat ve dini görünümlü sivil toplum kuruluşları hükümetin otoriterliğinin arkasına
saklanarak kimlik savunusu yapıyor olmaları trajik bir durum değil mi?

90’lar ve 2000’lerin başında, devletin ceberut politikalarına karşı insan hakları ve demokrasiyi
savunan, toplumun ezilen katmaları ve kesimleriyle iletişim halinde olan İslamcılığın süreç
içerisinde entelektüel niteliğini kaybetmesinin yanı sıra devletçi muhafazakâr bir rejim
aparatına dönüşmesi bir yankı uyandırabilir mi?

Sivil toplum; bilgi üreten, ortak akla dayanan, reformlara öncülük eden, düşünce sahibi
insanların önünü açan ve ortak bir gelecek tahayyülü kuran yapılardır. Toplumun değişik
katmanları, bu umut sayesinde hayata tutunuyor.

Bu memleketin düşünen, yazan, üreten insanlara ihtiyacı var. Ne yazık ki, uzun bir süredir bu
tür insanlara ülke fiilen kapatılmış durumda. Geçmişte Türkiye’nin merkezindeki sivil
topluma açık olan kapılar, bugün yalnızca mutlak sadakat gösterenlere açık.

Dolayısıyla bu tablo karşısında, siyasete ve toplumsal diyaloğa katkı sunabilmek için kendi
alanlarını yaratmaya çalışan gerçek anlamda sivil toplum kuruluşlarına rastlamak mümkün
olmuyor.

Gülçin Avşar’ın tanımıyla mahallesizler belli bir siyasi ya da kültürel mahalleye bağlı
olmadan faaliyet yürütmelerine, mağduriyetleri ve hukuksuzlukları dile getirmelerine artık
imkân kalmadığına tanıklık ediyoruz.

Esasında sivil toplum, ideolojik değil ilkesel pozisyon alan; şahsi kimliğiyle değil,
profesyonel yetkinliğiyle hareket edebilen kuruluşlardır. Topluma öncülük etmeye çalışan,
asla sekter ve reddedici olmayan, farklı siyasi pozisyonlardan gelen insanlarla diyalog
kurabilen ve özgün düşünen kişiler, sivil toplum kuruluşlarına ivme kazandırabilir.

Bu anlamda bir sivil toplum kuruluşu ve aktörü, ülkenin refahına, demokrasisine ve siyasal
geleceğine profesyonel katkı sunabilir. Bu minvalde bir sivil toplum kuruluşu, toplumun farklı
kesimlerinden gelen ortak aklın, yeni bir siyasal dilin ve daha kapsayıcı bir temsilin taşıyıcısı
olabilir. Bunun da yolu, fikrî katkı sunan insanları dışlamamaktan geçer.

Çünkü Türkiye’nin yeniden nefes alabilmesi, yalnızca siyasetin değil, sivil toplum
kuruluşlarının da kendilerini yenileyebilmesine bağlıdır. Demokrasi ve reform iddialarının
siyasi taşıyıcıları, sivil toplum kuruluşlarıdır. Dolaysıyla, sivil toplum kuruluşları, haksızlıklar
ve hukuksuzluklar karşısında en güçlü itiraz sesini yükseltmekle mükelleftir. Güçlü bir
demokrasi, güçlü bir sivil toplumla mümkündür.

Üzülerek belirtmek isterim ki, uzun bir süredir pek çok sivil toplum aktörü ya sessizliğe
gömülmüş ya da yalnızca pozisyonlarını koruma refleksiyle hareket eder hâle gelmiştir.
Yalnızca belli yerlere yakınlıkla edinilmiş ayrıcalıklar, zihinsel ve vicdani olarak taşınabilir
mi?

Unutmamak gerekir ki, bir yerlere yaslanarak elde edilen pozisyonlar, uzun vadede ne kişisel
huzur ne de gerçek ahlaki meşruiyet üretebilir. Yazdıklarım, duygusal bir yakınma değil,
güncel bir durum tespitidir.