Küreselleşme 20 yüzyıla damgasını vuran bir süreçtir. Dolayısıyla küreselleşmenin beraberinde birçok yararı da getirdiği bilinmektedir. Küreselleşme sayesinde dünyada daha büyük pazarlar yaratılarak, malların dünyada en iyi üretilen yerden en uygun fiyata alınması sağlanırken, diğer yandan kaynakların etkin dağılımı ve risklerin paylaşılması neden ise yaşam standartları yükselmiştir. Küreselleşme ile birlikte sermaye ülkeler arasında rahatça dolaşabilmekte, özellikle yüksek getiri potansiyeli olan piyasalara yoğun sermaye girişleri yaşanmıştır. Bu sistem gelişmekte olan ülkelerin; gelişmiş olan ülkelerin ekonomik seviyesini yaklaşmalarında yardımcı olmuştur.

Diğer taraftan, mali piyasaların giderek bütünleştiği günümüz dünyasında herhangi bir ülkenin mali piyasasında-ekonomisinde meydana gelen istikrarsızlık uluslararası mali piyasalarda zincirleme şekilde istikrarsızlıklara, hatta ekonomik krizlere neden olabilmektedir. Ancak krizlerin nedenleri ne olursa olsun sonuçları aynı olmakta ve yoksul halkı daha da yoksul hale getirmektedir. Ülke bazında ise milli gelir düşmekte böylece yaşanan mali piyasalardaki dalgalanmalar sonucu da yatırımcılar zarar etmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin mali sistemleri üzerindeki denetim eksikliği küresel krizlere yol açabilmektedir.

Japonya'yı istisna tutarsak; İngiltere, ABD ve birçok Avrupa ülkesi dahil olmak üzere gelişmiş ülkelerin tamamına yakını endüstrileşme/sanayileşme atılımı 18. yüzyılın başında ya da 19 yüzyılın başlarında gerçekleştirmişlerdir. Geride kalan Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin çoğu kalkınma hamlelerini ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlatmışlardır. 1990’ lardan sonra ise” Asya kaplanları” olarak nitelendirilen ülkeler ise Asya mucizesini gerçekleştirmişlerdir. Japonya liderliğindeki Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong başta olmak üzere Endonezya, Filipinler, Malezya dünyada meydana gelen çarpıcı ekonomik kalkınma hamlesinin mimarları olmuşlardır. Bütün çabalara rağmen bu ülkelerin tamamına yakını ekonomik kriz yaşamışlardır.

Yaşanan tecrübeler ışığında ekonomik kalkınma için; istikrarlı yönetim, özel sektör ve kamu maliyesinin birlikte karar alma süreci ve yetkisi, dışa açık ihracata dayalı bir büyüme modeli, teknolojiye önem verilmesi ve ayrılan kaynaklar, uluslararası standartlara dayalı bir hukuki alt yapıya sahip olması önemli etkenler olduğu kabul edilmektedir.

Yaşanan krizlerin nedenleri; Gelişmiş ülkelerin ellerindeki fazla sermayenin kaynağında beklenen gelir getirmemesi ve bunun için gelişmekte olan ülkelere sermaye ihracı yapmak amacıyla birtakım manipülasyonlar yapılarak krizlere peşkeş çekilmesi olarak tahmin edilmektedir. Böylece ticari mallardan ticari olmayan malları finansman kaydırılması sağlanmaya dönük çabalar ekonomik kriz nedenleri olarak kabul edilmektedir.

Krizi önlemenin yolları; Ülkelerin kendi kendine yeterlilik sağlayacak teknoloji transferleri, yerel üretim ve ulusal sermaye birikimi ile birlikte çoğu kriz reel ekonomik kaynaklıdır. Nedeni ise 2011 yılından itibaren yaşanan ekonomik daralma, enflasyonla mücadelenin sürdürülebilir olmaması, işsizliğin artması, istihdama dönük politikaların geliştirilmemesi, faizlerin beklenen düzeyin üzerinde seyretmesi gibi faktörler yaşanan krizin reel ekonomiden kaynaklandığını göstermektedir. Zaman zaman yaşanan büyüme hızına olan güven nedeniyle iyimser bir hava vardı. Ülkedeki ekonomik büyüme montaj üzerine dayalı sanayi ve ithalata bağımlı bir yapılandırma tercih edilmiştir. Yine inşaat sektörüne öncelik verilmesi, özelleştirme sonucu elde edilen gelirler, 2007 yılında Avrupa birliği ile kurulan yakın ilişkiler sonucu yabancı yatırımcıya güven vermiş ve yabancı sermayenin ülkeye girişi hızlanmıştır.

Bu gelişmeler ekonominin gidişatını olumlu yöne çevirmiş, ancak sürdürülebilir büyüme; enflasyon, işsizlik ve faizlerin düşürülmesi için kalıcı önlemler alınamamıştır. Yapılan tespitler ışığında Türkiye'de üretimde ve yatırımlarda derinlik bulunmadığı zamanla gün yüzüne çıkmıştır. Küresel dünyada ihracata dayalı yüksek katma değerli mallar üreten ekonomilerin kalıcı çözümler ürettikleri görülmektedir. Bu süreçte Türkiye coğrafi avantajları ve siyasi istikrarı gibi etkenleri gereği gibi kullanamadığı ortaya çıkmıştır. Oysa 2001'de yaşanan krizden sonra finans sektörü sağlam temellere oturtulmuş ve birçok yapısal reformlar yapılmıştır. Hükümet, iş dünyası ve bankalar arasındaki ilişkiler sağlam bir düzeyde seyretmesi ekonomi için önemli bir güven göstergesidir. Ülkede politik bir krizin olmaması ekonomik krizi önleyici bir olgudur.

2018-2021 yılında yaşanan ekonomik daralmanın kimine göre kriz olmayıp, dış mihrakların darbe ile yapamadıklarını ekonomi ile yapmaya çalıştıklarını ileri sürmektedirler. Bu tezi savunanların kısmen de olsa haklı oldukları söylenebilir. Ancak ülkede yaşanan her olumsuz gidişatın ve gelişmenin de dış güçlere dayandırmanın inandırıcılığı yoktur. Yaşanan daralmanın sergileniş bakımından reel ekonomiden kaynaklı bir kriz olduğu ayan beyan ortadadır. Yaşanan süreçte hane halkı harcamaları azalmış, alım gücü düşmüş, enflasyon çift rakamları çoktan geçmiş, işsizlik 2001 krizindeki seviyenin üzerine çıkmış, faizler son 15 yılın en yüksek rakamlarını görmüş, maaşlar erimiş, dar gelirli iyice yoksullaşmış, yoksul hepten fakirleşmiş, Merkez Bankası rezervleri erimiş, kişi başına düşen milli gelir azalmış, dış borçların milli gelire oranı artmıştır, çarşı pazar ateş pahası olmasına karşın halen kriz yoktur demek hiç kimseyi inandırılmamış ve ikna etmemiştir. Kısacası ekonomik daralma kendini inceden inceye hissettirmiştir ve pahalılık tüm şiddetiyle devam etmektedir. Nihayetinde 2018 yılı son çeyreğinde ekonomi %3 daralmıştır. Yıllık büyüme %2.6. 2019 yılında işsizlik %14 tarım dışı %16 genç işsizlik oranı %26 olarak açıklanmıştır. 2019 ilk çeyrekte %2.6, ikinci çeyrekte %1.50 ekonomi daralmıştır. Üçüncü çeyrekte %0,9 büyüme göstermiştir.2020 yılında ise 1.8 büyüme ile birlikte enflasyon %14.6 civarında gerçekleşmiştir.

Krizin ülke ekonomisini kasıp kavurduğu günlerde Merkez Bankası'nın bankalara likite sağlaması, arka kapı operasyonlarıyla 128 milyar doların satılması mali krizin yaşandığını ortaya koymuştur. Türkiye'de yaşanan krizlerin kökeninde ülkenin tasarruflarının yatırımlarını karşılayacak düzeyde olmamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla yatırım yapabilir kaynak bulma zorunluluğu da bulunmaktadır. Tasarrufların yetersizliği sebebiyle ithalata bağımlı bir ekonomi modeli ihya edilmiştir. Ayrıca ülkedeki döviz rezervlerinin yetersizliği de ekonomiyi olumsuz etkilemektedir.. Yatırım, üretim, istihdam ve ihracat odaklı model anlayışı kısa bir süre içinde döviz kurlarını adeta füze hızıyla artırmıştır. Son bir model olarak sunulan “Dolara endeksli Mevduat” sistemi çare olmaktan uzaktır. Dövizin bir miktar düşmesi elbette sevindiricidir. Görüldüğü gibi bir çok problem derinleşmiş durumdadır. Uzun vadeli çözümler üretilmesi gereken sorunlardan gündelik sorunlara dönmek zorunda kalınmıştır. Enflasyonist ortam, o enflasyonist ortamın yarattığı istikrarsızlık artan işsizlik ve yoksulluk mevcut modelin beklenen sonucu vermeyeceği yönündedir. Türkiye'de yaşanan krizlerin nedenlerinden ziyade olası sonuçları ve etkileri üzerinde durulması nedeniyle kalıcı çözümler gecikmektedir. Bir toplum ekonomik açıdan üretken, toplumsal açıdan canlı kılınması için etkin yöneticiliği aşina olması önem teşkil etmektedir.

Ekonomik krizlerden çıkış önerileri

IMF: Kriz ile karşı karşıya kalan ülkelere geleneksel olarak tavsiye ettiği, faizlerin yükseltilmesi politikasına ilişkindir. Bu politika sıkı maliye politikası ile desteklenecek, vergiler yükseltilecek, kamu harcamaları kısılacaktır.(1) Temel amaç faizlerin yükseltilerek yabancı sermayenin ülkeyi terk etmesinin önlenmesidir. Şunu da belirtelim dünyada yabancı sermayeye en fazla faiz veren ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.

Dünya Bankası: Ülkeler arası sermaye akışının stabilize edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Krizlerden en fazla etkilenen gelişmekte olan ülkelerin büyük miktarlarda sermaye akımları ile mücadele edecek mali altyapı ve yeterli deneyimden yoksun olduklarını belirtmektedir. Daha esnek makroekonomik politikalar, daha sıkı mali düzenlemeler ve eğer gerekirse kısa ve vadeli sermaye girişleri getirmenin yararlı olduğuna inanmaktadır.(2)

Nobel ödüllü iktisatçı Tobin: IMF gibi Uluslararası kuruluşların ideolojik tavırları önlemede başarısız kaldıklarına ve reforme edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Ayrıca krizsiz bir dünya düşünmenin gerçekçi olmadığını kabul etmektedir. Krizlerin minimize edilmesinin mümkün olduğunu belirtmektedir. Uluslararası uyumun önemine; ülkelerin gerekli reformları yapıp kurumsal altyapılarını oluşturmalarına, ülkelerin mali sistemlerinin daha sıkı denetlenmesi ve gözetmesi, temel verilerin sağlam ve tutarlı olması, spekülatif sermaye giriş ve çıkışlarının stabilize edilmesi gerektiğini sonucuna varmıştır. (3)

2018 yılında Türkiye'nin ABD firması ile anlaşmasının nedenlerinden biri de uluslararası yatırımcıların mali verilerinin güvenilir olduğunu kanıtlamaya dönük bir çaba olarak görmek lazım. Ancak eleştirilerin dozu artınca bu firma ile olan sözleşme iptal edilmiştir.

Global ekonominin patronları global pazarları ele geçirdiği günden beri ilk hedefleri ülkelerin tam zenginliklerini ele geçirmek olmuştur. Kültürel aktörlerin niyetlerini kavramamızı sağlayabilmek için de günümüzde fırtına gibi esen kapitalizmi ve ayrılmaz parçası finansal krizleri de derinlemesine analiz etmemiz gerekir ve sonuçlarından yola çıkanlar dünyadaki bu finansal krizlerin tek kurbanının Türkiye olmadığını görecektir.

Ülkemizde birçok devlet destekli program uygulanmaktadır. Ancak bu destek programları amaçları dışında kullanılmaktadır. Çoğu zaman bu destekleri kullananlar kendilerine bir hak tellaki eder duruma gelmişlerdir. Devletin sunduğu sosyal yardım programları tasarladıkları amacın tam tersi etkiler ortaya çıkarıyor. Devlet yardımıyla geçinen insan nüfusu, üreten nüfusu geçecek düzeye ulaşmaktadır. Talihsiz insanlar refah sahibi olsun diye iş sunacaklarına, onları ebedi bir fakirliğe mahkum ediyorlar. İyi niyetli, ama yanlış uygulanan programlar.

Küresel açıdan bakılacaksa; IMF, döviz, faiz ve rant dörtlüsünden oluşan ve yeni dünya düzeninin bir ülkeyi ekonomik olarak teslim alma stratejisini oluşturan terör şeklini de göz ardı etmemek gerekir. Global terörizm her ülkeyi ekonomik olarak teslim alma girişiminde bulunma ihtimali vardır. Diğer taraftan devletleşen şirketler olduğu gibi şirketleşen devletler de doğmaktadır. Örneğin; WolMarin ekonomisi, İsrail, Polonya ve Yunanistan dahil olmak üzere 16 ülkeden daha büyük.

General Motors firması tek başına Galler’in nüfusu kadar çalışan istihdam etmektedir. Aynı firmanın ekonomik gücü, Finlandiya, Danimarka, Suudi Arabistan, Endonezya, Güney Afrika, Türkiye, Arjantin, Polonya, Tayland, Yunanistan, Cezayir, ve Venezuela’nın tümünden daha büyüktür.(4)

Bill Gates; Tek başına dünyanın 135 ülkesine denk düşen bir bütçeyi kontrol etmektedir. Philip Morris’in yıllık satışları, Yeni Zelanda’nın gayri safi milli hasılasından daha fazladır.(5)

Ülke ekonomisine yönelen her türlü temel tehditler ancak milli strateji üreten veya üretmesi gereken yapısal özekliğe sahip kurum ve kuruluşların çabaları sonucu ortaya çıkarılması mümkün olacaktır. Küresel şirketler yağmur ve rüzgar gibi kendiliğinden gelişen olgular değildir. Aksine bir takım stratejik planlamaların sonucu olarak bazı ülkelerin karşısında durmaktadırlar. Sürekli bilim ve teknoloji tüketen, bir ülke olmaktan, katma değeri yüksek bilim ve teknoloji üreten bir toplum konumuna gelmek zorundayız. Ekonomik krizler öyle kendiliğinden ortaya çıkmıyor, hukukun üstünlüğü ilkesinin korunmaması, yargı bağımsızlığının zedelenmesi, denge ve denetleme mekanizmasının işlememesi, piyasaların güven kaybı ve makro ekonominin genel kabul görmüş ilkelerinden uzaklaşmak ve demokratik sistemin otoriter rejime evirilmesi gibi etkenler belirleyici rol oynar.

Kaynak: * 1-2-3, Kriz yönetimi ( Metin Aksu )

Kaynak:* 4-5,Siyasal İletişim (Şaban Çobanoğlu)